24 Aralık 2014 Çarşamba

ATA-TÜRK, BAYAR, MENDERES ÇİZGİSİ "GELENEK VE GERÇEK" YOLUNDA BAZI TESPİTLER!...

2014’ÜN PANZEHİRİ ATATÜRK-BAYAR ÇİZGİSİ’DİR
Celal ÇETİN
DEMOKRATLAR BİRLİĞİ
Orta Doğu coğrafyasında bir kaos, şuursuzluk, vahşi cinayetler dönemi yaşanıyor. Türkiye dâhil bölge ülkelerinde din, mezhep, etnik köken ayrışması dinlerin, demokrasinin, insanlığın bile anlamakta zorlandığı bir çatışmaya dönüştü. Bugün yaşananlara baktığımız zaman üç faktörün etkili olduğunu görüyoruz. Uluslararası paylaşım savaşları... Din ve etnik çatışma... Yoksulluk-yolsuzluk süreci... Her üç faktör, Türkiye’yi tam anlamı ile pençesine almış ve uçuruma sürüklüyor.
***
“Yeni Türkiye” ile “eski Türkiye” arasındaki fark, bu üç faktörde kendisini gösteriyor. Savaş, “Yeni Türkiye”nin temsil ettiği yukarıdaki faktörler ile “Eski Türkiye”nin temsil ettiği kavramların arasında yaşanıyor. Bu savaşı anlayabilmek için yeni ve eski  Türkiye’nin ne anlama geldiğini bilmek gerekiyor.
YENİ TÜRKİYE
Yeni Türkiye kavramı, eski Türkiye’nin tasfiyesi ile özdeşleşmiş durumda. Lâiklik yerine, din temelli yönetim anlayışı ve yaşam tarzı. Demokrasi gerekçesi ile Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin milleti ile bölünmez bütünlüğünün bölünür hale getirildi. Arap, vahhabi kültüründe etkin olan talan, yolsuzluk, aşiret yönetim anlayışı hâkim oldu.
Yeni Türkiye’de İslam referanslı  yönetim hâkimiyeti iddiası ile vicdanlara, inançlara, demokrasiye, insan haklarına, hukuka aykırı uygulamalar normal karşılanır oldu. Özellikle 17/25 Aralık iddialarının, hiçbir dönemde olmadığı kadar artması, kurumsallaşması ve “kabullenilmesi” toplumu içten içe yıkan en önemli hastalık olarak ortaya çıkıyor.
Ülkenin Güneydoğu’sunda fiili Kürt özerk bölgesinin oluşması:
Türk-Kürt, Alevi-Sünni, AKP yandaşı-karşıtı, inanan-inanmayan, AKP-cemaat, AKP-ulusal / milli kesimler, 17/25 Aralık-14 Aralık ayrışmaları. Anaokullarında kız çocuklarını türbana sokma gayretleri, manevi değerler, Osmanlıca derslerinin zorunlu hale getirilmesi gibi toplumu birbirine düşman eden politikalar Yeni Türkiye’nin ana başlıkları oldu.
Bunlar Türkiye’nin iç dengelerini etkileyen gelişmeler.
Konunun dış boyutu da iç boyut kadar vahim.
“Sıfır sorun” politikasının “bütün komşularla sorun” politikasına dönüşmesi; mezhep temelli politikaların Türkiye’nin aleyhine dönüşmesi; Suriye, Irak, Mısır, İran, ABD, AB ile ilişkilerin kesilme noktasına varması ve nihayetinde Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin “güvenilmez, bilgisiz ve tecrübesiz, hayalci politikalarla yönetilmeye çalışılan ülke” algısının yerleşmesi.
Suriye, Irak gibi ülkelerde tekbir getirerek işlenen cinayetler ise İslam’ın nasıl bir tehlike ile karşı karşıya kaldığını gösteriyor. Müslüman görünümlü kimliği belirsiz kişi ve grupların tekbir eşliğinde sergilediği vahşet görüntüleri, Türkiye’nin de sürüklendiği “büyük plân’ın” boyutlarını gösteriyor.
BÜYÜK PLÂN
Büyük planın ne olduğu artık netleşmiş durumda. İslâm adı altında İslâm’ın reddettiği, affedilmez günahlar arasında saydığı her ne varsa uygulanıyor. Hıristiyan coğrafyasının yüzlerce yıldır sürdürdüğü Haçlı savaşlarında başaramadığını, İslam görünümlü vahşi terör örgütleri, İslam tandanslı siyasi yapılanmalar, hacı-hoca takımları, tarikat-cemaatler çeyrek yüzyılda başardı.“İslamiyet = hırsızlık, yolsuzluk, vahşet” algısı, İslamafobi hızla yayılıyor.
Dinler arası diyalog, Medeniyetler İttifakı, Ilımlı İslam, Yeşil Kuşak Projesi, Arap Baharı, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) gibi projelerin sonuçları bugün tüm acımasızlığı ile yaşanıyor.
ÇÖZÜM: ATATÜRK-BAYAR ÇİZGİSİ
Gelelim Yeni Türkiye’nin alternatif olmaya çalıştığı “eski değil, eskimeyen Türkiye”ye. Eskimeyen Türkiye, yukarıda sayılan tüm olumsuzlukların panzehiridir. Eskimeyen Türkiye, “muasır medeniyet ile milli/muhafazakâr değerlerin bileşkesidir…”Atatürk’le başlayan, Celal Bayar’la devam eden çizgidir eskimeyen Türkiye…
Eskimeyen Türkiye’nin üç özelliği, bugünün karanlığını aydınlığa çevirecek çözümdür:
1- Tam bağımsızlık: ABD-İsrail projesine ram olup üniter yapının yıkılmasını, Büyük Kürdistan (Büyük İsrail) hedefine gönüllü ortaklığı reddeden bir felsefedir.
Tam bağımsızlık on yıllar sonrasını öngörebilmek ve ulusal savunmasını buna göre şekillendirebilmektir.
Balkanlar’daki istikrarın korunması amacıyla 9 Şubat 1934’te imzalanan Balkan Antantı’dır ulusal/milli öngörü.
Veya;  Atatürk’ün çabalarıyla 9 Temmuz 1937’de Tahran’da Sadabat Sarayında imzalanan ve Türkiye, Irak, İran ve Afganistan’ı birbirine bağlayan Sadabat Paktı’dır.
Veya; Türkiye ile İngiltere ve Fransa arasında 19 Ekim 1939’da imzalanan Ankara Paktı’dır.
Veya; Orta-Doğu bölgesinde barışın korunmasına önem veren Türkiye’nin 3 Nisan 1954’te imzaladığıTürk-Pakistan Paktı’dır.
Veya; Türkiye, İran, Irak, Pakistan ve İngiltere arasında 24 Şubat 1955’te imzalanan, 1959’da ABD’nin de katıldığı Bağdat Paktı (CENTO)’dır. (Nasır’ın liderliğindeki Mısır ve Suriye bu teklifi reddettiler ve  İsrail’e karşı Arap kökenli devletlerin oluşturduğu blok kurdular.)
Veya; Londra ve Zürih anlaşmaları ile Kıbrıs’ın Rum olmasını önlemektir.
Veya; Türkiye’nin ağır sanayi yatırımlarına destek vermeyi reddeden dönemin Dünya Bankası Türkiye temsilciliğini kapatıp temsilciyi ülkeden kovmaktır.
2- Cumhuriyet rejimi: Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin temel felsefesini oluşturan Cumhuriyet kavramı, belki de dünyada bir ilk özelliği taşıyor. Bu Cumhuriyet, bir yandan “yedi düvele karşı bağımsızlık savaşının” sonucu, diğer yandan “demokrasinin ölüm kalım savaşına feda edilmemesinin” tarihi belgesidir.
Emperyalizm İstiklal Savaşı’nın merkezi olan Ankara sınırlarına dayanmıştır. TBMM, yetkilerini Mustafa Kemal’e devretmeyi teklif etmiştir. Bunlar öyle yetkilerdir ki; zaaflarına, yetersizliklerine yenik düşebilecek bir insanı “diktatörlüğe götürebilecek” niteliktedir.
Bu teklifi reddetmek güçlü bir kişilik, “milli iradeye saygı ve güven” demektir ve Mustafa Kemal bu teklifi reddetti.
“Milli iradeye saygı ve güven”, Atatürk-Bayar çizgisinin felsefi altyapısını oluşturdu.  “Yeter, söz milletindir” sloganı milli iradeyi temsil ederken, Celal Bayar’ın, “Atatürk, seni sevmek milli bir ibadettir” sözü güvenin ifadesidir.
3- Laiklik: Laikliğin nasıl bir kavram olduğu BOP’un özgürleştirme gerekçesiyle bağımsızlığını elinden aldığı ülkelerde acı tecrübelerle görüldü. Laikliğin demokrasinin, demokrasinin de inanç özgürlüklerinin teminatı olduğu gerçeğini bir kez daha anladık. Laikliğin ortadan kaldırılması durumunda Müslüman Müslüman’ın boğazını kesebiliyor, Sünni Alevi’nin kapısını işaretleyebiliyor. Bir başka ifadeyle laiklik, insan olmanın ilk şartı haline gelmiş durumda.
ATATÜRK-BAYAR ÇİZGİSİ NEDİR?
Atatürk-Bayar çizgisi; “Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş… Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dâhilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içindekilere… Hatta bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit etmelerine” karşın milletin ayağa kalkmasıdır.
Atatürk-Bayar çizgisi; “mazlumlara örnek olan” bir İstiklal Savaşı ile yedi düveli kovmasına karşın o yedi düvel tarafından kendisine saygı duyulmasını sağlamaktır. Afganistan’dan Irak’a, İngiltere’den Rusya’ya kadar dünyanın her bölgesinde “stratejik derinlik uygulayabilmek ve merkez ülke olabilmektir.”
Atatürk-Bayar çizgisi; yetişmiş insan gücünü var olmak için feda eden, yiyecek ekmeği olmamasına karşın İstiklal Savaşı’nı verebilen, ama dimdik ayakta kalabilen bir devlet olabilmektir; millet olma şuurunu aşılayabilmektir.
Atatürk-Bayar çizgisi; bu ülke insanının hoşgörü ve saygı içinde, değer yargılarına sahip yaşamasını, “sabahın köründe sabah namazına gitmek için evinden çıkan vatandaş ile sabahın köründe evine gitmek için meyhaneden çıkan vatandaşın hoşgörü ve saygı içinde selamlaşmasıdır.”
Atatürk-Bayar çizgisi; “Millet, fakr-ü zaruret içinde harap ve bitap düşmüş iken, demir ağlarla örmektir anayurdu dört baştan…” Milletin öz kaynakları ile milletine olan güvenle baraj’larla, rafinerilerle, sanayi tesisleriyle donatmaktır ülkeyi.
Atatürk-Bayar çizgisi; bu topraklarda yaşayanları “Alevi-Sünni, Türk-Kürt, Laz-Çerkez” olarak ayırmamak, tüm bu unsurların kendi bileşkesi olduğunu bilmektir.
Atatürk-Bayar çizgisi; bu ülke için canlarını feda edenlerin, Allah inancını yüreklerinde hissedenlerin “bir lokma ekmek bir hırka” düsturunu yaşamaları, devletin her kuruşunu “yetim hakkı” olarak kabul etmeleridir.
***                                                              
O dönemde yönetimde bulunan Demirel  herhangi bir ideolojiye aldırmadan ülkenin kalkınması için her türlü yabancı yatırıma da ülkeyi açmış komünist ideolojiyi benimsemiş Rusya ile de ekonomik anlaşmalar imzalamıştı.
12 Mart
Bizdeki solcu olduğunu iddia edenlerin işin bu tarafı ile  alakaları  yoktu. Zira bizdeki sol hareket aslında Avrupa güdümünde ve kültürel yaklaşımı içinde gelişmişti Demirel’in  Avrupa’dan uzak Rusya’ya yakın dış politika yaklaşımları solcuları tedirgin etmişti.   
(MAHİR KAYNAK / STAR GAZETESİ, 13 Aralık 2014) 2014)
Bir yazarımız 9 Mart ve 12 Mart cuntası günlerinden söz etmiş, ben de kişisel değil yapısal arka planından söz etmek istedim.
Bir gün akrabası bir subay, Emekli General Cemal Madanoğlu’nun benimle görüşmek istediğini söyledi. O dönemde ben de birçok siyasi içerikli toplantıya katılıyordum ve konuşmalarım da genellikle ilgi çekiyordu. Bu nedenle beni tanıtmış olabileceklerini düşündüm. Paşa görüşmemiz esnasında ülkenin kötü yönetildiğini ve mevcut yönetimin değişmesi gerektiğini söyleyip, bu amaçla darbe de yapılması gerekebilir ve biz böyle bir hareketin mimarı oluruz dedi. Bu konuşmayı istihbarat ajanı olarak MİT’e bildirip bir darbe girişiminin olabileceğini haber verdim. Bu girişimin takibi için bir ekiple birlikte görevlendirildik.
***
O dönemde yönetimi almak isteyen askerler, var olan ideolojimize karşı değillerdi ve fakat yönetenler tarafından buna itaat edilmediğini düşünüyorlardı. Öte yandan darbe yanlısı sivil kişiler ise sol bir hareketten söz ediyor ve bunu gerçekleştirmeye çalışıyordu. Yani söylendiği gibi komünist değillerdi. Hatta sivil kişilerden lider konumunda olan biri bir konuşma sırasında Rusya Türkiye’yi işgal ederse Demirel’i değil önce beni idam ederler diye latife ediyordu. O dönemde yönetimde bulunan Demirel’in gayreti ise herhangi bir ideolojiye aldırmadan ülkenin kalkınması için her türlü yabancı yatırıma da ülkeyi açmış komünist ideolojiyi benimsemiş Rusya ile de ekonomik anlaşmalar imzalamıştı.
Bizdeki solcu olduğunu iddia edenlerin işin bu tarafı ile pek alakaları bile yoktu. Zira bizdeki sol hareket aslında Avrupa güdümünde ve kültürel yaklaşımı içinde gelişmişti. Yani bir açıdan bakıldığında bu hareketin ideolojisinden çok dış politika hedefi önemliydi. Avrupa solu olarak adlandıracağımız bu harekete aslında SSCB de uzaktı. Demirel’in politikalarının Avrupa’dan uzak Rusya’ya yakın dış politika yaklaşımları solcuları tedirgin etmişti. Türkiye’deki o günkü solcuların ikinci hedefi de ABD idi. Çünkü onlar da kapitalizmin dünya üzerindeki simgesi olarak kabul ediliyordu ve bu sebeple ABD’ye de karşı çıkıyorlardı.
Solun kapitalizme olan karşıtlığı adeta ABD ile simgeleşmişti. Türkiye’deki bu solculuk dış politikamızı da belirlemişti. Yani sol kanatta dış politikadaki hedef, Avrupa tarafından yönlendirilen ideolojiye dönüştürülmüştü. Zaten Türkiye kuruluşundan beri Avrupa’ya yakın bir dış politika izlemek zorunda bırakılmıştı ve bunun da devamı isteniyordu.
Türkiye’deki güvenlik güçlerinin o günlerdeki hedefi ise komünist ideolojinin kaynağı olarak gördükleri SSCB ile ilişki kurulmasını engellemekti. Bu meseleler MİT müsteşarının da dâhil olduğu Milli Güvenlik Kurulu’nda da görüşülüyor ve darbe teşebbüsünün MİT tarafından izlendiği biliniyordu.
9 Mart cuntası olarak bahsedilen bu darbe 12 Mart cuntası diye adlandırılan Avrupa soluna karşı başka bir grup tarafından bastırıldı. Bu sefer Türkiye’nin dış politikası başka bir yöne çevrilmeye çalışıldı ve tabi iç siyasetteki çalkalanmalar yeni bir darbe harekâtına doğru devam etti. Rasih Nuri İleri’nin vefatı dolayısıyla sayın yazarımızın yazısı bana o günleri ve görev yapan MİT elemanlarına yapıştırılan haksızlıkları anımsattı. Kim ne derse desin tüm darbeler yanlıştır hele ki bu darbe girişimlerinde dış güçlerin parmağı varsa!
***
Menderes’i, Demirel’i götüren ABD bugün Tayyip Erdoğan’ı götüremiyor.
IŞİD’e söz geçiremiyor.
Müslüman Kardeşleri artık koruyamıyor.
El Kaide’ye ulaşamıyor.
Siyasal İslam’ın hazin ve ibretlik çöküşü....
Pakistan’ın Peşaver kentinde yaşanan o tüyler ürpertici katliam, tüm dünyaya bir şeyi net olarak gösterdi:“Siyasal İslam iflas etmiştir.”
Irak Şam İslam Devleti denen caniler de aslında bunu ortaya koymuştu ama Pakistan’daki olay çok daha kan dondurucu bir örnek.
Taliban yanlısı 7 silahlı manyak, asker çocuklarının devam ettiği bir okulu bastı ve 132 öğrenciyi, 9 öğretmenleriyle birlikte katletti.
Öldürülen çocukların yaşları 12 ile 16 arasında değişiyordu.
Afganistan’da yaptıkları insanlık dışı katliamların yanı sıra kayalara oyulmuş binlerce yıllık Buda heykellerini dinamitleyen Taliban, Veziristan’daki kayıplarının intikamını bu yolla almıştı.
Aklınca ordu okulunu basıp asker çocuklarını öldürürse Pakistan ordusu geri adım atacaktı.
Oysa olan biten, masum ve günahsız 132 çocuğun canice öldürülmesiydi.
2004’te Rusya’nın Kuzey Osetya Özerk Cumhuriyeti’nin Beslan kentindeki okul baskınında da Çeçen Vahabi teröristler, 186’sı çocuk toplam 300 kişiyi acımasızca öldürmüştü.
Bu da o tür bir eylem. 
Vicdanı olan herkes bunu görür.
Böyle insanlık dışı bir katliamı din veya cihat adına yapmak ise tanrıya en büyük hakarettir.
SİYASAL İSLAM’IN YÜKSELİŞİ VE ÇÖKÜŞÜ
Taliban, El Kaide, IŞİD, El Nusra, Boko Haram, Cundullah, Türkiye Hizbullah’ı, Hamas, Vahabi Çeçen ve İnguş çeteleri…
Bunların hepsi de radikal İslamcı etiketli ama özünde emperyalizmin ürettiği, desteklediği, fişteklediği örgütler.
Ama hepsine sorsanız kafirlere, en başta da “Büyük şeytan” Amerika’ya,“Siyonist katil” İsrail’e düşmandır.
Cihat için öldürmektedirler!
Cihadı emreden ise Kur-an’dır!
Kimilerine göre ise vatanlarını savunan aslanlardır!
Acaba gerçekten öyle midir?
Taliban’ı kuran Rusya’ya karşı savaşan Afgan mücahitleri midir? Yoksa Amerikan destekli Pakistan istihbaratı ISI midir?
Pakistan ve Afganistan’da CIA paralarıyla kurulan medreselerde yetişen sözde mücahitler, SSCB’ye karşı savaşırken özgürlük savaşçısı, ABD’ye karşı gelince de terörist olmuştur.
El Kaide de Taliban’ın Suudi Arabistancası’dır.
Suudi Arabistan ABD’nin benzin istasyonudur.
İster petrolünü alır, ister benzinini sağa sola döker yakar.
El Kaide öyledir de Çeçenler farklı mı?
SSCB’nin dağılması sonrası Rusya’yı yemek isteyen emperyalistlerin ABD, İngiliz ve Suudi ortaklığında kurdurduğu çeteler.
İslam kılıflı, gaddar savaşçılar.
IŞİD gibi kelle kesen, fidye için adam kaçıran, şeriat kanunları diye abuk subuk yasaklar getiren gözü kanlı tipler.
Suriye ve Irak’ta vahşet yapan El Nusra, IŞİD gibi örgütlerin bugün artık ABD ve yancıları tarafından kurulduğunu cümle alem biliyor.
Cundullah ise İran’daki Belucistan ve Sistan bölgelerini hedef alan Pakistan El Kaidesi.
Boko Haram ise Nijerya’daki petrole hallenen Batılı emperyalistlerin işi.
Kuzey Afrika El Kaidesi hakeza.
Türk Hizbullah’ını domuz bağlı cinayetlerinden, kelle kesmelerinden hatırlarsınız.
Hamas da sosyalist ve laik El Fetih hareketini ve Filistin’in ölümsüz lideri Yaser Arafat’ı bitirmek için emperyalist güçler tarafından kurdurulmuştur.
Bunların hepsi aşırıcıdır.
Liderlerinin sözü asla tartışılmaz.
Verilen emirler, intihar saldırısı da olsa kesin uygulanır.
Vatan için ölmekten çok, cennete gitme garantisi için ölünür.
Hepsi de yasa dışılığı fazlasıyla benimsemiştir.
İnsan kaçakçılığı, uyuşturucu ticareti, fidye ve haraç almak bunların rutinidir.
Demokrasi, insan hakları, düşünce özgürlüğü zinhar haramdır.
Kendileri gibi düşünmeyen herkesi düşman ilan ederler.
Hatta en ufak bir çelişmede birbirlerini bile.
Şiilerin camilerine, cenazelerine bombalı intihar saldırıları düzenlerler.
Bebek, çocuk, kadın demeden insan öldürürler.
İşin en acı tarafı da öldürdükleri kişilerin çoğu kendi dinlerinden, kanlarından ve canlarından olmasıdır.
IŞİD olayında bu doruk yaptı.
Dünyanın dört bir yanından bu örgüte katılmak için koştular.
Bugün ise IŞİD, örgütten ayrılmak isteyen kendi militanlarını infaz ediyor.
Alman haber ajansı dpa'nın görgü tanıklarına dayandırdığı haberine göre Sincar'ın Kürt güçlerinin eline geçmesi üzerine IŞİD Musul'da en az 45 militanını öldürdü. İnfazların Sincar'daki yenilgi üzerine yapılan bir cezalandırma olduğu belirtiliyor.
Öte yandan örgütün Suriye'de de ayrılarak kendi ülkelerine dönmek isteyen 100'den fazla yabancı cihatçıyı infaz ettiği belirtiliyor. Financial Times gazetesinin haberine göre öldürülenler, Suriye'nin Rakka kentindeki IŞİD karargahından kaçmak istedi.
ILIMLISI DA AYNI
Mısır’da Müslüman Kardeşler en eskilerinden.
Türkiye’deki Kemalist Devrim’e tepki olarak 1924’te kuruldukları söylenir.
Milli Kurtuluş Savaşlarından ödü kopan dönemin İngiliz Emperyalizmi bunları destekledi.
Ürdün, Fas, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirliklerinde krallıkları destekleyen İngilizler, Mısır ve Irak gibi daha büyük ve köklü ülkelerde bunları öne sürdü.
1980 sonrasında bunlar da radikaller gibi patlama yaptılar.
Mısır, Türkiye, Fas, Malezya, Endonezya, Yemen, Tunus, Pakistan vs.
Çeşitli isim ve kisveler altında ama hep İslamcı söylemde konumlandılar.
Tarikatler ve dini eğitim alanları bunların en önemli insan kaynaklarıydı. 
Siyasi İslamcı hareketler, ABD tarafından ılımlı İslam olarak nitelendi ve açıktan desteklendi.
Mesela bizdeki Fethullah Gülen cemaati gibi. (Güney Kore’deki eş değeri Hristiyan Moon Tarikatı idi)
Radikallerle kapı arkasından iş bitiren emperyalizm ılımlıları açıktan destekledi.  
Hedef milli kurtuluş hareketlerinden çok komünizm idi bu kez.
Sovyetler yıkıldı küreselleşme hakim oldu ama bunlar tasfiye olmadı.
Zamana ve vaziyete uydular, hepsi liberal sağ kulvarda var oldular.
Kapitalizmle hiçbir çelişmeleri yoktu.
Faiz haramdı ama kolayı vardı, kar payı.
Her türlü kapitalist tanıma kendince bir kılıf uydurdular.
Ama ABD hep daha çoğunu istedi.
Onlar da öyle.
VE ÇÖKÜŞ…
Bugüne gelindiğinde artık ABD, ılımlı İslam kelimesini dahi duymak istemiyor.
Çünkü ılımlısı da aşırısı da sonuçta raydan çıkıyor.
Ilımlı hep aşırıya meyilleniyor.
Aşırısı ise “sahibini” ısırıyor.
Ne kendi halkına, ne de hizmet ettiği emperyalizme bir faydası kalmıyor sonunda.
Çünkü katı dogmatik bir yapı.
Liderin tam otoritesi var.
Bu otorite düşmanlara duyulan nefrete dayalı.
Nefret ise ana besin kaynağı.
Ilımlısında da, aşırısında da kadına duyulan kin baskın.
Kadının baskılanması ve köleleştirilmesi ana amaç.
Çocuk ve gençler ise “harcanabilir” araçlar. 
Kitle bu kırmızı çizgilere değmeyen lideri her koşulda destekliyor.
Bu da lideri vaz geçilmez kılıyor.
Lideri güçlendiriyor da.
ÇÖZÜM
Birincisi, İslamiyet’in ticaret ve siyasetin kirli meydanından, vicdani yerine, yani insanların kalplerine dönmesi  gerek.
İslamiyet’i en yüce ve ileri din yapan “Ruhban Sınıf” olmamasının yeniden sağlanması lazım.
Bugün Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 974, Kalkınma Bakanlığı’nın ise sadece 17 makam aracı var.
Tarikat liderleri, dinci örgütlerin başları sanki Allah’ın temsilcisi gibi muamele görüyor.
Ruhban sınıf yoktur.
Tek rehber, Kur-an’ı Kerim’dir.
Onun dili Arapça değil, ne söylendiğini iyice anlamaktır.
O da “oku” diye başlar.
İbni Sina, El Harezmi, Farabi bunu yapmıştır.
Ama bugün İslamcı kesim okumuyor, sadece liderine biat ediyor.
Ve her gelen bir öncekinden daha aşırıcı oluyor.
Bunun sonu yoktur.
Tüm dünyada şu son 30 yılda yaşananlar da bunu göstermiştir.
Taliban’ı da, Müslüman Kardeşler’i de, IŞİD’i de, Cemaat’i de duvara toslamıştır.
Toslamaya da devam edecektir.
Hüseyin Vodinalı, Odatv.com  

6 Haziran 2014 Cuma

ALİ NAİLİ ERDEM (Maarif Bakanı) ::: "İNSAN"

"Sen Tanrısın!.." İNSAN...
Şair-Yazar, Maarif Bakanı: Ali Naili ERDEM
Düşünce adamı, eski Sanayi ve Milli Eğitim Bakanı yazar "ALİ NAİLİ ERDEM"in geçen hafta içinde AHMET YESEVİ VAKFI’nda yaptığı “İNSAN” konulu sunumunu değerli okurlarımıza aynen sunuyoruz.
İNSAN
Ali Naili Erdem
Size anlatacaklarım asırlardır konuşulan ve yine asırlarca konuşulacak olan İNSAN konusudur. İnsan evrenin en karışık meselesidir. Ben sizlere mini minnacık bir damla sunacağım.  Aleksi Carrey  “İnsan ki o meçhul"  diyor. İslam “insan ki o mesul” diyor. Bilim hem bu meçhulü ve hem de evrenin  yaradılışını çözememiştir.
Yorumlar var. Efsaneler var. Bizler baştaki meçhulle, sondaki bilinmezin arasındayız. İlk atamız dünyaya nereden geldi bilen yok.
Hint efsanesine göre önce karanlık ve sessizlik vardı. Tanrı karanlığı ve sessizliği sevmedi, ışık ve ses sadır oldu. Bu ses ne ısırgan otu gibi vücudu dalayan, ne sülük gibi hoşgörüyü emip yok eden ne balyoz gibi beyine inen ve ne de gönlü kırıp döken bir sesti.. Herkesin bir sıcak, bir dost sese gereksinimi  olması nedeniyle O ses Sevgi doluydu. Muhabbet  doluydu. Dostluk doluydu. Merhamet ve şefkat  doluydu. O ses iyiliğin, güzelliğin ve mutlak  hakikatin peşinde olan sesti. Yaradan bunlarla mutlu oldu. Ve evren gerçekleşti.
Bilim adamları büyük patlamanın sonunda evrenin yaratıldığını deneyle ispatlamak için İsviçre de bir müthiş deneyi gerçekleştirdiler. Ve TANRI PARÇACIGINI bulduk dediler. Deney Avrupa Nükleer merkezi CERN de yapıldı. Deney yapılan salonların bütün duvarlarında "Nereden geldik: Nereye gidiyoruz" yazılıdır. Bizde devlet olarak bu çalışmaların içindeydik. Ancak son zamanlarda çıktık.
Neden çıktığımızı anlamak mümkün değil. Tasavvuf, Tanrı görünmek istedi ve kendi güzelliklerini sergileyerek o güzelliklerin içinde kendini seyretti yorumunu getiriyor. Yani tüm kainat insanın içinde insanda o kainatın içindedir. Kısaca bütün evren onun yansımasıdır.
Nur ve Evrendir. Adem evrenin kendisidir. Yani görülmeyenin görünür halidir. Eşref Rumi Hazretleri "Biz evreni aşk ve dostluk üzerine yarattık" buyuruyor. Aşk ve dostluk sözcükleri sonsuz hazineleri bünyelerinde taşıyan efsunlu sözcüklerdir ilahi bir sarhoşluk olan aşkta secde edenle, secde edilen tevhit olur. Ve sonsuzluk ancak aşkla kazanılır. Bu sebepledir ki ibadetlerin en güzeli aşktır.
Nurettin Topçu hoca "Aşk, varlığı var kılan iksirdir." diyor. Mevlana "aşk olmasa dünya donar. Âşık ol ki canlı kalasın" anlayışını yaşam felsefesi yapmıştır.
Bir adım daha ileriye atarsak orada Mecnun'un Leyla'nın sokağından gelen köpeği kucaklayıp
yüzünü gözünü öptüğünü görürüz. Aşktan ve sevgiden yoksun olanlar bir müddet toprağın üzerinde bağrışırlar, tepinirler, dövüşürler ve boğuşurlar ta ki toprağın altına girinceye
kadar. Orada yok olup giderler.
Her iki dünyayı yaşanır kılan aşk, sevgi ve dostluktur. Bunu bilenler insaniyetin, insanlığın
merdivenlerinden yukarılara yükselirler. Bilmeyenlerse böceksi yaşamlarını noktalarlar.
Goethe "Kinleri ancak sevgiyle yeneriz" diyor. Sevmek gerçek yaşayıştır. Sevgisi olmayan
hakikate ulaşamaz. Cennet, cehennem sözcüklerindeki cehennem sevgisizliğin adıdır.
Sevgi insanların birbirlerinin yüzüne bakmaları değildir. Birlikte ayni yöne bakmalarıdır. Unutmayalım ki sevgi yüzlerin ve gönüllerin pasını siler. Doğrusu çocuğuna inanç ve sevgi aşısı yapmadan hayata salanlar Dünyamızın ilk ve en gaddar zalimleridirler.
Ancak ne yazıktır ki uygarlığın bu noktasında insanlar hala silahların yerine sevgiyi koymamıştır.
Anlaşılan o ki silahların peşinde koşanlar sultanlığı bırakıp hizmetkârlığın peşinde koşanlardır. Dostluğa gelince, dostluk ruhun derinliklerinden gelen bir özveri ve bir sevgi kaynağıdır. Dünyamızda ender olarak rastlanır. Hazreti Yusuf'a kardeşleri bile dost olmamıştır.
Kalenderoğlu "Gün akşamlıdır. Çıkası bir can için kişi dostunu ele vermez" der.
Ozan Aşık Veysel "Bir dost bulamadım / Benim sadık yarim kara topraktır." mısralarında sesini duyurmuştur. İmam-ı Cafer “Yüz dostun varsa doksan dokuzunu terk et. Biri ile de sık görüşme" derken Epikür "Dostluktan daha büyük zenginlik yoktur" demiştir.
Bir örnek vermek gerekirse: Ashabı kiram "Ya Muhammet size bu akşam suikast tertip ettiler sizi yatağınızda öldürecekler deyince Hazreti Ali Ya Muhammet müsaade et bu akşam yatağınızda ben yatayım "demiştir. Dostluk ve dost budur işte. Canı azizinizi aziz kıldığınız dostunuz için verebilmektir.
"Yirminci yüz yıla barış ve huzur yılı olarak baktık. Ve dedik ki on dokuzuncu yüz yılın o korkunç dünya savaşları ve ölümleri ve işkenceleri artık mazide kalmıştır. Olmadı Ve insanlar el ele verip mutluluk şarkılarını yine söyleyemediler.
Şimdi Dünyanın birçok yerinde insanlar bir kâbusu yaşar gibidirler. Oralarda hiç kimse sevgiden söz etmiyor. Herkes adeta bir kin kışkırtıcısı… Adeta ali kıran baş yaranlar dönemidir. Sükunetin, zeminlerinde varlıklarını sürdürenlerin, kavgasız, nizasız bir ortamı var edenlerin de başına gelmedin bela kalmıyor. Peki nedir İNSAN? Yüzlerce tarifi var. İslam "İnsan imandır" diye açıklıyor.
Hint kutsal kitapları Upanişatlar "Sen Tanrısın" diyor. TANRI…
Beyaziti Bestami "Bana şükürler olsun" demiştir. Yahya Kemal "Bir sır gibiyiz az çok ilah
olduğumuzdan" mısraındadır.
Kuantum bilimsel bir izahla "Birbiriyle sonsuz saniyede haberleşen ve etkileşen atomlardan
oluşmuş varlıktır" diyor insan için. "Her parça bütünden ayrı değildir. Parça bütünün bilgisini taşır. Parçanın başına gelen bütünün başına gelir. Ve evren yaratıldığından beri bir tek atom yok olmamıştır" diyor.
Hallacı Mansur "Beni gören, onu görür. Onu gören ikimizi birden görür" Ken'an Rifai Hazretleri "İnsan göklere yükselmek için yere gönderilmiş bir Tanrı parçasıdır "demiştir.
Nietzch "İnsan maymundur Tanrı olmaya yöneldi" diye- tanımlamıştır. O gün bugündür bir çok düşünür dünyamızdaki buhranları, sakatlıkları, felaketleri bu anlayışa bağlamaktadır. Tanrı'nın yerini insan alınca her yer bozuldu diyorlar.
Büyük sözlüklerde insan "iki elli, dik duran, konuşan akıl sahibi memeli "olarak tanımlanıyor.
Akıl sahibi olma düşünce yeteneğine sahip  olmaktır. Düşünme zahmetine katlanmayanların
malzemesi küfürdür. Ve eğer insan söylendiği gibi eşrefi mahlûk ise edebin zeminlerinde var olan kelimelerle konuşur: Devlet adamı argo konuşmaz. Çürümüş, kokuşmuş kelimelere itibar etmez. Malum sokakların havasından uzak utanma duygusu olan kelimelerle konuşur.
Böyle konuşmazsa ne olur diyebilirsiniz. Hemen söyleyeyim devlet onurunu kaybeder. Bu kaybediş para kaybetmeye benzemez. Onurunu kaybeden devlet ciddiye alınmaz.
Ogüst Kont insanı "Toplum prizmasının zirvesidir" diye noktalamış. Hangi zirve? Dünyanın birçok yerinde eşya bile değil. Demokrasinin olmadığı ülkelerde ise esamisi okunmaz. Mutfaktaki tuzluktan bile değersizdir.
Paskal "insan düşünen bir kamıştır." Bu noktada “Mevlana'yı hatırlamamak mümkün mü?” Duy şikâyet etmede her an bu ney" mısraıyla başlar Mesnevi.
Ney, yani kamış yani ruh ve mana dünyasının sesi... Yani düşünce ikliminin armonisi... Düşünce insanın haysiyetidir. Düşünceyi yasaklarsanız insan ya bir salyangozdur ya da bir tahta parçası. Düşüncenin yasaklanması demek mezarlıklardan gelecek sesi beklemektir. Mezarlıklar ise ses vermez. Ve eğer düşünce bir dikenli taç haline gelmişse korku imparatorluğu insanların boğazına yapışır.
PYTHAGORAS "İnsan düşüncesini matematik düzene sokmağa çalışmıştır.
Kur'an "Düşünmüyor musunuz? Akıl etmiyor musunuz." buyuruyor. Kur'anın 854 yerinde ilim kelimesi geçmektedir.
Dekart" düşünüyorum öyleyse varım" sözleriyle varlık sebebini düşünceye bağlamıştır. Bu anlayış geri kalmış ülkelerde düşünüyorum öyleyse varım olarak değil vurun olarak algılanmıştır. Ve vurdular, halende vuruyorlar.
Bu noktada var olmak nedir diye sorulduğunda düşünmek ve hareket etmektir diyebiliriz. Hareket etmek evrenin süre gelen niteliğidir. Nitekim kıtaları taşıyan plakalar yılda 15 santim hareket etmektedir. Yirmi bin yaşındaki Everes dağı yılda üç ila beş milimetre büyümektedir .
İslamda da, Hıristiyanlıkta da insan evrenin efendisidir. İnsan otuz elementten yaratılmıştır. Beynimiz ortalama on milyar sinir hücresinden yapılmıştır. Ancak bugün bile beynin tamamına girilememiştir. Demek ki Aleksi Carrey'in "İnsan ki o meçhul " saptaması devam ediyor.
Biologlara göre dünyamızda sekiz yüz bin ile dokuz yüz bin civarında hayvan türü yaşamaktadır. İnsan türü genel olarak Akdeniz ırkı, Asya ve Amerikan tipi, Habeş ve Malezya tipi ile Avustralya, Seylan tipi olarak dörde ayrılır.
Son bilimsel araştırmalar maymunun evrimleşerek insana dönüşmesinin mümkün olmadığını
kanıtlamıştır. İnsan insan olarak maymunda maymun olarak yaşamda yerini almıştır.
Bilim "KENDİLİĞİNDEN OLUŞ DÜNYAMIZDA YOKTUR "demiştir.
Öyleyse ilk insanın nereden ve nasıl dünyamızda yerini aldığı henüz bilinmemektedir. 
Efsaneler var...
Kur'an ENBIYA suresinde "Canlı olan her şeyi sudan yarattık" buyuruyor. Doğumumuzda su, ölümümüzde de yine su. Korkut Ata "Suya ecel gelmez" buyuruyor. Bizim kültürümüzde "Su gibi aziz olasın " vardır: Koka kola gibi, pepsi gibi aziz olasın deyişi yoktur. Hazreti Musa Sudan gelen manasındadır.
Ancak şunu söyleyebiliriz ki insanın evrimleşmesi durmuş değildir. Ancak o kadar yavaş ki biz anlamıyoruz: Zira bizlerde evrimleşmenin içindeyiz.
Ve insan eskisiyle kıyaslanmayacak bir gelişme ve mutluluk ortamı içindedir. Buda gösteriyor ki evrimleşme uygarlığın, uygarlıkta evrimleşmenin yollarını açıyor.
İnsan "Güçler karmaşasıdır" diyen Hobbs bir çok düşünürü etkilemiştir. Bu karmaşa nedir diye irdelediğimizde insanın iç dünyasında merhamet. Şefkat, adalet bir kulvarda seyrederken diğer bir kulvarda menfaatler, tahakküm arzusu seyretmektedir. Demokrasisi oturmamış ülkelerde en önemli mesele hukuk ve yargıdır. Memur gibi çalışan insanlardan hâkim gibi karar vermelerini veya savcı gibi davranmalarını beklemek boşunadır.
Sir Thomas Browne "İnsan soylu bir hayvandır" açıklamasını yapmıştır ki bu sağlıklı bir
akılla vicdanlı bir gönlün birlikteliği demektir.
Kuranda tüm âlem insanda özetlenmiştir. Ve insanı halifesi olarak tanımlamıştır. Halife olmanın tek şartı da İLİM dir. Ve dinimiz ilmi. Allah'a inanmaktan önde tutar. Bu yüce anlayışın kabul edildiği dönemlerde İslam en büyük medeniyetleri var etmiştir.
Hiç bilenle, bilmeyen bir olur mu, iki günü birbirine eşit olana vah ne yazık ve ilim Çin dede olsa git onu bul diyen Peygamberler peygamberi Hazreti Muhammed’in “Taha suresinde ki “Rabbim ilmimi artır” yakarışını unuttuğumuz günden bu yana medeniyetlerin öncülüğünü başkalarına yaptırdık.
Mevlana yaradılışla ilgili olarak "Rüzgârı gizledin kaldırdığın tozu gösterdin" buyurmuştur.
Sokrat "Her şey insan içindir" derken Tekke şairi Şeyh Galip "Sen evrenin özüsün " ifadesinde bulunmuştur.
Anlaşılmaktadır ki insan, aklıyla, düşüncesiyle, gönlüyle evrende bütün canlılardan üstündür. Bu nedenle de Eşrefi mahlûktur. Filozof PLATON "İnsan hem en kutsal, ve hem de en kirli yaratıktır" demekten kendini alamamıştır. Doğrusu dünyamızda yaşananlara bakınca Platona hak vermemek mümkün değildir. Diri diri gömülenler, kıymık kıymık doğrananlar, eşi emseli olmayan zulümler, şeytanı baştan çıkartacak işkenceler hala varlıklarını sürdürüyorlar. Büyük düşünür Feyz-i Hindi bu konuda insana seslenerek "Gökten yücesin, topraktan bayağı, yokluk zulmeriyle bağlıysan toprak, ilahi nurun tecelligâhı isen arş'sın" diye haykırıyor. Yani diyor eğer içinde Tanrı'nın ışığı varsa sen Tanrıların soyundansın. Böyle değil de aksi haldeysen sen ancak bir gübresin, gübresin sen. Gübre hali sana yakışmıyor. Gübre olmaktan çık. Tanrı'nın ışığını içinde yaşat ve şahikalara yüksel. Senin yerin şahikaların olduğu yerdir. Unutma ki evren bir ham madde deposudur. Ona güzellik verecek olan sensin. Artık göbeğinin altıyla, kasıklarınla düşünmekten vazgeç. Tanrının ışığı olan fazileti içinde duy. Ve Tanrının halefi olduğunu da unutma.
Ne yazık ki unutuluyor. Oysa o mertebede olan insan için her yerde hak ve dost vardır. İster meyhane de olsun ister cami de olsun o hep hakkı ve dostu görür. Onun gördüğü dosttur, dost. Alain  "İnsanın vücudu İlahların mezarıdır" açıklaması ile insanı tanımlamıştır. Buna açıklık getirmek gerekirse söylemek istediği şey şudur: Sen ey insan sen beşer üstü varlıkların icmalisin. Yani sen sadece et ve kemik ve bir bağırsaktan ibaret değilsin: Sen bunları aşan yüceliktesin.  Mevlana "O, ben, ben oyum" yakarışındadır. Şuraya kadar yaptığım konuşmadan anlaşılmaktadır ki insan tek boyutlu bir varlık değildir. Bu nedenle de düşünürler farklı açıklamalarda bulunmuşlardır.
Gerçekte insan bir iştahlar ve ihtiraslar bütünüdür diyenlere göre insanın bir doyumsuzluğun içinde olduğu söylenir. Doğrudur. Bu konuda Şeyh Sadi Şirazi’yi dinliyoruz "Bu Dünya iki padişaha dardır. Ayni dünyada bir hasır on dervişe boldur." diyerek kanaat ehli ile muhterisin varacağı yeri göstermiştir.
Alman filozofu Kant "İnsan ahlak konusudur" demiştir. Yani insanlığın kalbi, gözü ve nuru
edeptir. Ve Allah'a giden yolların hepsi edeptir. Kant bu gerçekten hareket ederek "İnsan ahlak konusudur" demiştir. İnsan ekonomi konusudur dememiştir. Zira paranın dini imanı yoktur. Kıblesi de belli değildir. Paranın cemaatinin bir tek kaygısı vardır: Daha çok paraya sahip olmak. O paranın helaline haramına bakılmaz. Nereden gelirse gelsin. Yeter ki gelsin. Çünkü ona göre bankalar mabet, para mabuttur. Ve sonuçta mukaddesleri olmayanlar her türlü çukura rahatça inerler...
İslam orduları İran'ın hazinelerini ele geçirdiği zaman Hazreti Ömer. “Eyvah, eyvah bu para İslam'ı (Müslümanları) bozacak” diyerek gözyaşı dökmüştür.
Hazreti Peygamber ben güzel ahlakı tamamlamağa geldim buyuruyor. Doğru olmak, dürüst olmak ve İmam-ı Caferin deyişiyle Allahın nuru olan tevazu sahibi olmak, haramdan uzak yaşamak, yalana, hileye itibar etmemek, fitne ve fesadın zeminlerinde dolaşmamak ,adil olmak, hakşinas olmak, hoşgörülü olmak yani ALLAH'IN AHLAKIYLA TAHALLUK ediniz anlayışına sahip olmaktır, insandan istenen. Osmanlı İmparatorluğu'nun kurucusu Osman Gazi'nin "Bey Yalan söylemez: Devletin temelinde yalan olmaz ilkesi Osmanlı İmparatorluğu'nu 623 yıl yaşatmıştır.
"J.J.Rsso "Yaradan’ın elinden çıkan her şey güzeldir. İnsanın elinde yozlaşıyor" tespitini yapmış.
Mevlana "İnsan düşünceye sığmayacak kadar yücedir" anlayışını yaşama geçirmiştir.
Şeyn Edebali'nin Ertuğrul gaziye verdiği öğütte "Ey oğul insanı yaşat ki yaşayasın." denmiş olmasına rağmen yaşananlar farklıdır. Delfi’deki Tapınağın ön yüzünde 2500 sene önce
yazılmış "Kendini bil, kendini tanı "sözüne karşın kim tanıyabilmiştir ki… Daha kim bilir kaç bin sene geçecek ve insan üzerinde ki farklı görüşler devam edecek. Ancak şunu kabul etmeliyiz ki bu kendini bil sözü düşünce sistemin temel taşıdır.  Sokrates kişi bilmediği için kötüdür. Kötülükten kurtulmanın da yolu bilgiye yönelmektir demiştir. Biz millet olarak acaba kendi insanımızı inşa edebildik mi? Nasıl edebilirdik ki her siyasi iktidar kendine göre bir modeli uygulamaya koydu. Oysa Cumhuriyetle birlikte "Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür "nesillerin yetiştirilmesi benimsenmişti. Ve bu nesiller "Kökü mazide olan atinin" takipçileri olacaktı. Bu anlayıştır ki Yahya Kemale "Süleymaniye de Bayram Sabahı"nı yazdırmıştır.
"Artarak gönlümün aydınlığı her saniyede... Bir mehabetli sabah oldu Süleymaniye de. Gördüm ön saf ta oturmuş nefer esvablı biri. Dinliyor vecd ile tekrar alınan tekbiri, ne kadar saf idi siması bu mümin neferin. Ulu mabette karıştım vatanın birliğine.  Çok şükür Tanrıyı gördüm bu saatlerde yaşayanlarla beraber bulunan ervahı" Bu şiirde sen, ben yok.
Bu şiirde yalakalık yok.
Bu şiirde öfke yok.
Ne var TEVHİT var.
Senin kültürün senin insanın var. Platon "En büyük iyi Tanrıca bir iş olan Adaleti gerçekleştirmektir." Silahsız bir bağımsızlık savaşını veren ve Hindistan’ı bağımsızlığa kavuşturan Gandi de bu konuda "Adalet Tanrının ismidir" buyurmuş. Bizim kültürümüzde adaletin olmadığı yerde cehennemin ateşi vardır anlayışı egemendir. Yıllar var ki düşünürler "Dünyamız nereye gidiyor "diyerek soruşturuyorlar. Bilinen o ki bir insanın insanlığı yoksa dini yoktur. Aklını kullanmazsa insanlığı yoktur. Avrupa maddeyi fethederken kendini yani insanı unuttu. Ve buhranlar sökün etti. Oysa her gün yeni evrensel yasalar çıkarılıyor. Kurumlar kuruluyor ama ne felaketler azalıyor ne insan elinden çıkan ölümler azalıyor. Bilim adamları insanın bugün içine düştüğü duruma bakıp "Sende kaybolacaksın: Sen de yok olacaksın: Tıpkı Dinozorlar gibi: Çünkü sen insanlığını unuttun. Sen teknolojiye teslim oldun: Oysa senin bir gönül dünyan, bir ruh dünyan vardı. Sen sevgi nedir aşk nedir bilirdin. Sen şimdi bunların olmadığı bir dünyada yaşıyorsun: Senin yaradılış sebebin bugün yaşadıkların değil. Sen insan  olmaktan vazgeçtin. Sen de dinozorlar gibi haritadan silineceksin sözlerini yineliyorlar.
Hal bu ki insan yaratılışın son şaheseridir. Ve bu şaheser ülkemizde en ucuz şeydir. Bilinen bir gerçektir ki uygarlık, insana verilen değerle ölçülür. İnsana değer veren ülkeler birinci ligde oynuyorlar. Vermeyenler devamlı küme düşmektedirler. Tanrının beğenisini kazanan insan Özgür ve uygar olan insandır.
Editör: Engin KÖKLÜÇINAR
(Tarih: 26-03-2014, 10:27:56 Güncelleme: 17-04-2014, 09:48:56)

20 Mayıs 2014 Salı

Türkiye – İsrail ilişkilerinde durum MİCHAEL ALFANDARİ, FRANSA

Türkiye – İsrail ilişkilerinde durum
MİCHAEL ALFANDARİ, FRANSA
Golda Meir’e atfedilen ünlü bir cümle vardır: “Musa Peygamber, bizlere bula bula Ortadoğu’da hiç petrolün bulunmadığı tek yeri buldu”. Meir, zamanında haklıydı, ancak 2010 yılında İsrail açıklarında çok önemli doğal gaz kaynakları bulunduğundan beri durum epey değişti. İşte bu doğal gaz, Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilerde önemli bir etken oluşturacak nitelikte. 
  1. AKP döneminden önce ortak çıkarlara dayanan ilişkiler
Son yılların ikili ilişkilerine “Mavi Marmara’dan önce” ve “Mavi Marmara’dan sonra” diye bakmak gerekir. Mavi Marmara öncesinde, kabaca iki dönemden söz edebiliriz: 1949 – 2002 ve 2002 – 2010 dönemleri (1949 Türkiye’nin İsrail devletini tanıdığı yıl, 2002 AKP’nin iktidara geldiği yıldır). Bu iki dönemden birincisinde, ilişkiler her nekadar – genellikle İsrail - Arap anlaşmazlığına bağlı olarak – inişli çıkışlı olsa bile, hiçbir zaman, bu yöndeki Arap baskılarina karşın, kopma noktasına gelmemiştir (1). Türkiye, Batı ittifakının ve NATO’nun önemli bir üyesidir ve İsrail ile ilişkileri ortak çıkarlara dayanmaktadır. Bu dönemde yer alan iki önemli gelişme, ortak çıkarların ne olduklarını net bir şekilde göstermektedir: Ağustos 1958’de Ankara’da İsrail başbakanı Ben-Gurion ile Türkiye başbakanı Menderes iki ülke arasında istihbarat paylaşımını öngören gizli bir anlaşma imzalarlar. 1979 yılına kadar İran’ı da kapsayan bu anlaşma özellikle Suriye ve Irak’a – 1993’ten itibaren de İran’a – ilişkin istihbarat bilgilerinin paylaşılmasını ve Türk ekiplerine İsrail tarafından eğitim verilmesini sağlamıştır. Eylül 1995’te ise İsrail’li pilotların Türk hava sahasında manevra egzersizleri yapmalarını ve Türkiye-Suriye sınırında inceleme uçuşları sırasında toplanan bilgilerin paylaşılmasını öngören bir askeri anlaşma imzalanır. İstihbarat ve askeri alanlarda İsrail ile iyi ilişkiler, Türkiye’ye ABD’deki İsrail yanlısı lobi örgütlerinin desteğini kazandırmıştır.
  1. AKP dönemi ve Erdoğan’ın giderek artan saldırgan söylemi
2002’den itibaren, bir yandan sivil, diğer yandan askeri olmak üzere iki farklı eğilim gözlemliyoruz. Sivil alanda, AKP lideri Erdoğan, seçimlerden sonraki ilk bildirilerinde İsrail ile ilişkileri geliştirmeye devam edeceğine söz verir. Ancak aradan çok geçmeden İsrail’e karşı önce eleştirel ve giderek artan saldırgan bir söylem benimsemeye başlar. Hamas lideri Şeyh Ahmed Yasin’in 2004’te öldürülmesini “İsrail devlet terörü” olarak niteler. 2006’da Filistin seçimlerinin ardından Hamas liderlerinden birini Ankara’da kabul eder. 2008’de Gazze’deDökme Kurşun operasyonunun ardından “Ortadoğu’da barışa en büyük tehdidin İsrail” olduğunu belirtir. Son olarak da, Ocak 2009’da Davos’ta Dünya Ekonomik Forumu’nda İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’e karşı ünlü “One minute” çıkışıyla, İsrail’i “çocuk öldürmeyi iyi bilmek”le suçlar. Bununla birlikte askeri alanda – ve bu arada bakanlıklar düzeyindeki ikili ilişkilerde – temaslar “normal olarak” devam eder: Örneğin, 2000’li yılların başında Israel Aircraft Industries (İsrail Uçak Sanayii) Türk F-4 ve F-5 jetlerinin yenilenmesini öngören çok önemli bir anlaşmaya imza atar. Eylül 2007’de ise İsrail’in Suriye’deki askeri bir tesise karşı hava saldırısı bir sorun olmaksızın Türk hava sahasından geçer.
  1. Mavi Marmara olayıyla ilişkilerde en düşük noktaya geliniyor
Mayıs 2010’un sonunda, aralarında Mavi Marmara’nın da bulunduğu altı gemiden oluşan bir filo Gazze ablukasını delmek amacıyla Türkiye’den yola çıkar. Mavi Marmara’ya İsrailli komandolar tarafından yapilan müdahele sırasında gemideki dokuz Türk eylemci hayatını kaybeder. Olay üzerine Türk hükümeti İsrail’deki elçisini geri çeker, sonradan da (2) İsrail elçisi Ankara’dan kovulur ve diplomatik ilişkiler ikinci katip düzeyine indirilir. Türkiye, ilişkilerin normale dönmesi için İsrail‘den üç talepte bulunur: Özür, ölenlerin ailelerine tazminat ve Gazze ablukasının – Birleşmiş Milletler tarafından uluslararası hukuğa uygun bulunmasına karşın – kaldırılması. İsrail bu talepleri reddeder, ölenler için üzüntü duyduğunu, askerlerin meşru müdafaa durumunda hareket ettiklerini belirtir. 2011’de, birkaç milyar doları bulan savunma sanayii anlaşmaları durdurulur ve son olarak Türk hükümeti operasyona katılan İsrail’liler ve komutanları aleyhinde dava açar. Erdoğan, İsrail ile yaşanan bu krizden 2011 ile 2013 yılları arasında had safhada yararlanır ve “İsrail’e kafa tutmayı beceren Müslüman lider” imajını başarıyla geliştirir. Bu da kendisinin Arap halkları nezdinde son derece popüler hale gelmesini sağlar.
  1. ABD’yi sinirlendirmeye başlayan bir durum ve ikili görüşmelere dönüş
İki ülke arasındaki gerilim, bölgedeki başlıca iki müttefiğinin daha fazla istikrarsızlık yaratmasını istemeyen ABD’yi sinirlendirir. Mart 2013’te Başkan Obama’nın İsrail’e yaptığı ziyaret sırasında Netanyahu dokuz Türk’ün ölümünden dolayı Erdoğan’dan telefonda özür diler. İsrail’in resmi bildirisinde şunlar belirtilir: “Başbakan Netanyahu can kaybına yol açan hatalardan dolayı Türk halkından özür diler, aileler için tazminat anlaşması yapılmasını kabul eder”. Bu özür, İsrail açısından oldukça önemli – ve ülke içinde tartışmalara yol açan – bir adım oluşturuyordu ve Türkiye’nin İsrail’liler aleyhine açılan davalardan vazgeçmesi beklentisiyle alınmış bir karardı. Ne var ki sonuçta bu beklenti gerçekleşmeyince, ilişkiler de düzelmedi. Sonunda ikili görüşmeler Aralık 2013’te tekrar başladı. Şubat 2014’ten itibaren İsrail ve Türk basınında görüşmelere konu olan tazminat rakamları hakkında, 20 ya da 23 milyon dolar üzerinde anlaşmaya varıldığı haberi verildi (3). 9 Şubat’ta Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu televizyonda “İsrail ile ilişkilerin normale yakın” olduğunu belirtti (4). Ayrıca Mısır’ın Gazze sınırını kapatmasıyla, İsrail ablukasının fiili olarak kaldırıldığını, örtük olarak da olsa, kabul etti. Bu gelişmeler, resmi bir anlaşmaya varılmasının bir gün meselesi olduğu beklentisini yarattı.
Ancak bu bildiriden 48 saat sonra Erdoğan basına yaptığı bir açıklamada, ilişkilerin normalleşmesi için Gazze ablukasının tamamen kaldırılması gerektiğini bildirdi (5). Bunun üzerine İsrail basınında da – daha önceden anlaşmayı kabul ettiği belirtilen – Netanyahu’nun sonuçta anlaşmayı kabul etmediği haberi çıktı.
Kararsızlık gibi görünen bu gelişmelerin, aslında iki tarafın iç politika hesaplarıyla ilintili olduğu açık. Bu, özellikle Türk tarafı için geçerli. Gerçekten de, Erdoğan’ı bekleyen üç önemli tarih var: 30 Mart’ta (AKP’nin kazandığı) belediye seçimleri, bu senenin Ağustos ayındaki Cumhurbaşkanlığı seçimi ve 2015’teki genel seçimler. İsrail’e karşı saldırgan söylem, kendi popülerliği açısından her zaman kazançlı bir taktik olduğundan, Erdoğan’ın ikili ilişkilerin 30 Mart’tan önce normalleşmesini politik bir risk olarak değerlendirmiş olduğunu düşünebiliriz. İsrail tarafı da daha fazla taviz vererek Erdoğan’a bir hediye sunmak durumunda olmadığından, bu tarihten önce bir anlaşmaya varılmamış olmasını normal karşılamak gerekir.
Ne var ki, iki tarafın diplomatlarının çalışmaya devam ettiği biliniyor ve tarafların seçimlerden sonra çok beklemeyeceklerini savunan irdelemeler mevcut (6). Ayrıca geçenlerde Netanyahu’nun enerji ve güvenlik temsilcisi ve Mossad’ın eski başkan yardımcısı David Meidan’ın, seçimlerden sonra ilişkilerin normalleşmesini görüşmek üzere 24 Mart’ta Ankara’ya gizli bir ziyarette bulunduğu haberi de iki ülke basınına sızdı (7).
Gözlemcilerin büyük çoğunluğuna bakılırsa, ilişkilerin normalleşmesinin, en azından diplomatik yalnızlıklarını azaltmak açısından, her iki tarafın da yararına olacağı ortaya çıkıyor. Türk tarafı için geçerli dört neden söz konusu:
1. Türkiye bölgedeki geleneksel tarafsızlık politikasından vazgeçip Sünni yanlısı politikaları benimseyeli beri (Mısır’da Müslüman Kardeşler’e ve Mursi’ye destek, Gazze’de Hamas’a destek, Suriye’de Sünni muhalefete destek), Mısır, Suriye, Irak ve İran ile ilişkileri bozuldu. Türkiye’nin yalnızlığı, Mart sonu Kahire’de düzenlenen İslam İşleri Yüksek Konseyi toplantısına davet edilmemesiyle daha görünür hale geldi. Bazı yorumculara göre (8), Suudi Arabistan, ABD’nin de yardımıyla, Suriye’de “ılımlı” bir muhalefeti destekler görünmek, Türkiye’yi ise “aşırı” grupları destekleyen bir ülke olarak göstermek çabasında. Bu çabaların arkasında, Suudi’lerin Vahabi İslam’ı ile Türklerin “demokratik” İslam’ı arasındaki daha derin bir rekabeti görmek mümkün.
2. İsrail’in de katıldığı bölgesel NATO manevralarına Türkiye’nin katılmayı reddetmesi, ülkeyi askeri alanda da yalnızlaştırmış durumda.
3. Ermeni konusudan dolayı Türkiye’nin ABD ile, özellikle de Amerikan Kongresi’yle, daha iyi ilişkilere ihtiyacı var (9).
4. Türkiye, bölgeye yaptığı ihracat için, Irak ve Suriye sınırlarındaki güvenlik sorunları yüzünden, Hayfa limanına bağımlı hale geldi.
Ancak, tüm bu etkenlerden daha da ağır basan bir etken, İsrail’in doğal gazı olabilir.
5.   İsrail doğal gazının “kazan – kazan” potansiyeli?
Öncelikle aşağıdaki altı gözlemle başlayalım.
1. 2010 yılında Hayfa açıklarında keşfedilen Leviathan doğal gaz alanı, İsrail enerji tarihinin en önemli keşfi olarak kabul ediliyor. Rezervlerin, İsrail’in 70 yıllık doğal gaz ihtiyacını karşılayabileceği tahmin ediliyor (10) (daha alt katmanlarda bulunan petrolü hesaba katmadan). İsrail’in enerji tüketiminin yaklaşık %40’ını oluşturan doğal gaz, petrol ve kömürden çok daha “temiz” bir kaynak.
2. Haziran 2013’te İsrail Leviathan rezervlerinin yarısına yakın bir miktarını ihracata ayırmaya karar verdi (11). O tarihten itibaren, doğal gazın kime ve nasıl ihraç edileceği sorusu ön plana çıktı.
3. En önemli doğal gaz taleplerine bakıldığında (12) Avrupa Birliği, Türkiye ve Uzakdoğu ülkeleri öne çıkıyor. Uzakdoğu’ya ihracat, İsrail gazının sıvılaştırılmasını ve deniz yoluyla taşınmasını gerektirir ki bunun için iki yol söz konusu: Süveyş kanalı veya Eilat limanı. Ancak bu yolların her ikisi de sorunludur. Sorunlar, birincisinde Mısır’daki siyasi istikrarsızlıktan, ikincisinde turizmle geçinen Eilat’ı bir doğal gaz ihracat platformuna dönüştürmenin zorluğundan kaynaklanmaktadır. Bu durumda geriye Türkiye ve AB ülkeleri kalıyor. AB ülkeleri, genel olarak Rus gazına bağımlılıklarını azaltmak eğilimindeler (özellikle Ukrayna krizinden beri). Enerji ihtiyaçları her yıl %4-5 oranında artan Türkiye ise, doğal gazının %60’ını sağlayan Rusya’ya olan bağımlılığını özellikle – ve AB ülkelerinden daha fazla – azaltmak ihtiyacında. Ayrıca Türkiye Rus gazının 1000 m³’ünü 442 dolara satın alırken, İsrail gazı için sözü geçen fiyat 350 dolar civarında, yani %21 oranında daha düşük (13).
4. Türkiye Avrupa’ya enerji taşımacılığında da önemli bir rol oynamak istiyor. Aralık 2013’te imzalanmış bir anlaşmayla, 2018’den itibaren Azerbaycan (Şah Deniz yatağı) doğal gazı Gürcistan ve Türkiye yoluyla Yunanistan’a, Bulgaristan’a, Arnavutluk’a ve İtalya’ya boru hattıyla taşınacak (14). Bu yolla, hem Rus doğal gazına hem İran doğal gazına ilginç bir alternatif yaratılmış olacak.
5. İsrail doğal gazının ihracatı için en ekonomik yol, Leviathan’ı Türkiye’nin güney kıyısına bağlayacak bir denizaltı boru hattıdır. Bu hat daha sonra Avrupa’ya Azerbaycan doğal gazını taşıması öngörülen boru hattına bağlanabilir. Bu boru hattının maliyeti 3 milyar dolar civarında. İsrail için Avrupa pazarlarına alternatif bir ulaşım yolu ise Kıbrıs’ta bir doğal gaz sıvılaştırma fabrikası kurulması. Ancak böyle bir fabrikanın maliyeti 10-12 milyar dolar civarında (15).
Leviathan’ı işleten konsorsiyumun (Noble Energy, Delek ve Avner Oil ortaklığı) en az 4 Türk şirketiyle (Turcas, Zorlu, Çalık ve Enka) temasta olduğu biliniyor. Son haftalarda, ortaklığın boru hattının inşaatı için teklif çağrısına yanıt olarak gelen Türk tekliflerinin incelenmekte olduğu haberi iletildi (16).
6. Leviathan’dan Türkiye’nin güney kıyısına bir boru hattı döşenecekse, bu hat zorunlu olarak Kıbrıs karasularından geçecek (teknik olarak İsrail’le halen savaş halinde olan Lübnan’ın ve Suriye’nin karasularından geçmek söz konusu olmadığı sürece). Ne var ki Kıbrıs 1974 yılından (adayı Yunanistan’a bağlamayı amaçlayan bir darbeye tepki olarak yapılan Kıbrıs Harekatı’ndan) beri ikiye bölünmüş bir ülkedir. Rum ve Türk tarafları anlaşmadıkça, İsrail ile (Güney) Kıbrıs arasında bir anlaşma yapılması söz konusu olamaz (17). İşte bu nedenle ABD’nin de baskısıyla Şubat 2014’te iki tarafın arasında kapsamlı bir anlaşmaya varılması amacıyla tekrar görüşmelere başlandı.
Bu altı gözlemden aşağıdaki irdelemeye varmak mümkün.
Bölgede “ispatlanmış” rezervlere sahip olan tek ülke olarak, İsrail güçlü pozisyondadır.
Ekonomik açıdan bakıldığında İsrail’in Türkiye ve Kıbrıs’la anlaşmasının, sonrasında da anlaşmanın ilgilenen AB ülkelerine genişletilmesinin, hem İsrail ve Türkiye için, hem de AB’ye olan borçlarını ödeyebilmek için paraya ihtiyacı olan Kıbrıs için bir “kazan-kazan” senaryosu oluşturduğu açık. Doğalgaz tedariklerini – fiyatını da düşürerek – çeşitlendirecek AB ülkeleri için de bir “kazan-kazan” durumu söz konusu. Son olarak, Rusya ile gerginliğin artmakta olduğu şu zamanlarda bölgedeki müttefiklerinin istikrara katkıda bulunmaları ABD’nin de yararınadır.
Görüldüğü gibi, bu “kazan-kazan” senaryolarının gerçekleşmesi Kıbrıs’ta iki taraf arasında varılacak bir anlaşmaya bağlıdır. Böyle bir anlaşma, ek olarak, NATO üyeleri Türkiye ve Yunanistan arasındaki gerginliğin giderilmesi ve Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki gerginliğin azaltılması gibi göz ardı edilemeyecek avantajlar da sağlayacaktır.
Ancak sözkonusu Ortadoğu olunca, olumsuz senaryoların her zaman göz önünde bulunması gerektiğini de biliyoruz. Örneğin, Kıbrıs’ta görüşmeler başarısızlıkla sonuçlanabilir; İsrail ile Lübnan arasında “münhasır ekonomik bölge” olarak adlandırılan “ekonomik suların” tartışmalı sınırlarında çatışma çıkabilir (18); bölgedeki kuvvetler dengesini bozabilecek bir silahlanma yarışına gidilebilir (İsrail donanmasının doğal gaz rezervlerini koruyabilmek için güçlenmekte olduğu şu sıralarda, Türkiye’nin de Aralık 2013’te İspanya’ya bir milyar Dolar karşılığında bir uçak gemisi ısmarladığını biliyoruz) (19). Özetle, riskler göz ardı edilemez.
Sonuçta sorulması gereken soru şudur: Türkiye ve İsrail’in ortak ekonomik çıkarlarının gerektirdiği pragmatizm, liderler düzeyindeki güven eksikliğinin üstesinden gelebilecek mi? Bu soruya iyimser bir cevap iki nedenle mümkün gözüküyor: 1. İsrail, Ürdün ve Filistin Özerk Yönetimi ile “bile” bağlayıcı doğal gaz anlaşmalarına imza atmış durumda. 2. Son aylarda güvenlik alanında ortaya çıkan yeni bir etken, iki tarafı da reel-politik’e, yani pragmatizme, itecek nitelikte: hem Türkiye’yi hem de İsrail’i tehdit eden Suriye’li cihatçı terör riski.
Son olarak, İsrail’de Mart ayında düzenlenen bir kamuoyu araştırmasına göre İsrail halkının %73,8’i Ortadoğu’daki gelişmelerden dolayı Türkiye ile “ilişkilerin iyileştirilmesinin önemli olduğu” görüşünde (20). (Benzer bir Türk kamuoyu araştırmasını bulmak mümkün olmadı.)
6.   Kriz sırasında ekonomik ilişkiler ve turizm
Savunma sanayii anlaşmaları ve turizm dışında, iki ülke arasındaki ticaret son yıllarda yaşanan kriz durumundan etkilenmedi. Aksine, ticaret hacmi ilerledi. Gerçekten de, 2010 yılında iki ülke arasındaki ticaret hacmi 3,5 milyar Dolar’ken, bu rakam 2013 yılında 5,1 milyar Dolar’a yükseldi. 2013 yılının sonunda Türkiye İsrail’in 6’ncı en büyük ihracat durağı oldu (21).
Turizm sektörü ise Mavi Marmara olayından önemli derecede etkilendi: 2008 yılında Türkiye’ye 560.000’den fazla İsrail’li turist (her 13 İsrail’liden biri) tatile gelmişken, bu rakam 2012 yılında 84.000’e indi. Ancak, 2013 yılının ortasından itibaren rakamların yükselmesiyle eğilim değişmeye başladı (her nekadar rakamlar 2010 yılı öncesinden oldukça düşükseler de) (22). Son aylarda, İsrail işçi sendikaları Türkiye’ye seyahat boykotuna son verdiklerini bildirdiler (İsrail’de sendikaların iç ve dış turizmi teşvikte önemli rolleri bulunuyor). İsrail basınında çıkan bir habere göre bu sene Pesah (Hamursuz) bayramı için Türkiye’ye rezervasyonlar geçen seneye oranla %100 artmış bulunuyor (23). Tel-Aviv’in Ben Gurion Havalimanında Türk Hava Yolları’nın El-Al’dan sonra en fazla yolcu taşıyan havayolu olduğunu biliyoruz. Son olarak, El-Al’in bu yaz Türkiye seferlerine tekrar başlayacağı haberi Türk ve İsrail basınında duyuruldu. El-Al altı sene önce güvenlikle ilgili sorunlardan dolayı Türkiye’ye uçuşlarını durdurmuştu (24).
***
(1)   Efraim İnbar, The Resilience of Israeli-Turkish Relations (İsrail-Türkiye İlişkilerinin Esnekliği), sayfa 591: http://www.biu.ac.il/SOC/besa/efraim inbar/Oct2005.pdf
(2)  Eylül 2011’de Birleşmiş Milletler’in Palmer Raporu’nun Gazze ablukasını yasal bulması üzerine
(8)  Turkey sidelined by its Arab Spring policies  (Türkiye’nin Arap Baharı politikaları sonucunda dışlanması): http://www.al-monitor.com/pulse/politics/2014/03/turkey-arab-spring-syria-policies-sidelined. html# 
(9)  Türk Musevi Cemaati yetkililerinin, İsrail’in ve ABD’deki İsrail yanlısı lobi örgütlerinin Ermeni sorununa ilişkin rolleri hakkında, Bkz. Laurent – Olivier Mallet : La Turquie, les Turcs et les Juifs (Türkiye, Türkler ve Museviler), İsis Yayınları, İstanbul, 2008. Sayfa 415-429
(10)                      Le bassin du Levant et Israël - une nouvelle donne gėopolitique ?(Doğu Akdeniz Havzası ve İsrail – yeni bir jeopolitik olgu mu?)http://www.voltairenet.org/article174058
(11)                       Gisements de gaz israėliens : le début d’une révolution (İsrail doğal gaz kaynakları: bir devrimin başlangıcı): http://siliconwadi.fr/8191/le-gaz-en-israel ve Les Dividendes pour la paix du gaz israélien (İsrail doğal gazının barış getirisi): http://www.lemonde.fr/idees/article/2013/08/07/les-dividendes-pour-la-paix-du-gaz-israelien 3458664 3232.html
(12)                       İsrail’in 2014 yılının başında doğalgaz ihracatı anlaşmaları imzaladığı Filistin Özerk Yönetimi’nin ve Ürdün’ün dışında
(13)                       İsrail gazı 2017’de Türkiye’ye geliyor:http://haber.gazetevatan.com/israil-gazi-2017de-turkiyeye-geliyor/610737/2/Ekonomi
(14)                       Gas Politics After Ukraine (Ukrayna’dan sonra doğalgaz politikaları):http://www.foreignaffairs.com/print/137540 vehttp://fr.euronews.com/2013/12/17/le-gaz-de-shah-deniz-ii-l-accord-d-investissement-ouvre-la-voie-des-livraisons-/
(15)                        Chypre : la paix en échange de l’exploitation du gaz en Méditerranée ? (Kıbrıs: Akdeniz’de doğal gaz karşılığında barış?):http://www.rtbf.be/info/economie/detail chypre-la-paix-en-echange-de-l-exploitation-du-gaz-en-mediterranee?id=8203693 ve İsrail gaza geliyor:http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/25831745.asp
(16)                       10 bids for Leviathan export tender to Turkey (Türkiye’ye Leviathan ihracatı için 10 ihale): http://www.globes.co.il/en/article-10-bids-for-leviathan-export-tender-to-turkey-1000926526
(17)                       Uluslararası deniz hukukuna göre, petrol ve gazın bulunduğu bölgeyle ilgili herhangi bir siyasi sorunun bulunmaması gerekir:http://ekonomi.haberturk.com/makro-ekonomi/haber/125470-akdenizi-karistiracak-kesif ve daha kapsamlı bilgi için: http://www.ankarastrateji.org/yazar/prof-dr-ercument-tezcan/kibris-adasi-aciklarinda-petrol-ve-dogalgaz-arama-faaliyetleri-kapsaminda-ortaya-cikan-krizin-hukuki-ve-siyasi-boyutlari/
(18)                       Lübnan – İsrail karasuları anlaşmazlığı: http://www.salom.com.tr/newsdetails.asp?id=85241
(19)                       Turkey’s new carrier alters eastern Mediterranean security and energy calculus (Türkiye’nin yeni uçak gemisi Doğu Akdeniz’de güvenlik ve enerji hesaplarını değiştiriyor): http://www.ipost.com/Opinion/Op-Ed-Contributors/Turkeys-new-carrier-alters-eastern-Mediterranean-energy-and-security-calculus-340352
(20)                      30-31 Mart 2014 tarihlerinde Tel Aviv Üniversitesi’ne bağlı Evens Merkezi’nin gerçekleştirdiği kamuoyu araştırması
(21)                       La Turquie pourrait redevenir la destination favorite des touristes israéliens (Türkiye tekrar İsrail’li turistlerin bir numaralı tercihi olabilir):http://www.israel-infos.net/article.php?id=10075
(23)                       http://www.haaretz.com/news/national/.premium-1.581713
YAZAR HAKKINDA:
İstanbul’da doğup çok dilli bir ailede büyüdüm ve önce New York’a sonra da Paris‘e olmak üzere iki kez göç ettim. Bu göçler sayesinde, hem “yabancı” (Amerikan, Fransız, “Batı”) kültürleri içeriden tanıma, hem de kendi kültürlerime dışarıdan bakma fırsatını buldum.
Columbia Üniversitesi’nde endüstri mühendisliği yüksek lisansıyla başlayan sekiz senelik New York hayatım, bir demokraside halkın iyi bilgilenmesinin ve kaliteli bir gazeteciliğin önemini yakından gözlemleme fırsatı da oldu.
Yaklaşık 20 sene önce Paris’e yerleştim ve halen büyük bir Fransız şirketinde operasyonel risk yönetiminden sorumluyum.
Son yıllarda, hem dernek bağlamında konferans organizasyonları, hem de kişisel bağlamda yazdığım yazılarla edindiğim tecrübelere dayanarak blog yazarlığı yapmaya başladım.
 www.alfandar.fr blogumda, dört kültürlü bir toplum gözlemcisi olarak, yazılı basınını düzenli olarak takip ettiğim Türkiye, İsrail, ABD ve Fransa’daki gelişmelerle ve bu ülkelerin “kendine has”lıklarıyla ile ilgili yeni perspektifleri paylaşmayı amaçlıyorum.
RAFAEL SADI

[hasturktv] 20/05/14 Türkiye – İsrail ilişkilerinde durum MİCHAEL ALFANDARİ -HASTURKTV.COM‏_Rafael Sadi arvisadi2@gmail.com [hasturktv]_

Posted by: Rafael Sadi <arvisadi2@gmail.com>