22 Mart 2013 Cuma

Ekrem Hayri PEKER

Merhaba
Kitaplarımı da duyurabilir misiniz…
Esen kalın
Üçüncü kitabım "ÖZBEK MEKTUPLARI" Kastaş Yayınevi tarafından basılıp, dağıtıma verildi.

Kitabımda Özbekistan'da yaşadıklarımı, gözlemlerimi; Bursa ve Osmanlıyla bağlantılarını yazdım. Emir Sultan'ın, Ali Şir Nevai'nin, Emir Timur'un, ünlü astronom Uluğ Bey'in, Babur Şah'ın, İmam Buhari'nin dolaştığı yollardan geçtim. Buhara'nın, Semerkant'ın, Hokand'ın, Margilan'ın, Fergana'nın, Keles'in tarih kokan havasını soludum.
Semertkant'da Uluğbeğ'in kurduğu medresede ders veren Kadızade-i Rumi'yi; Timur'un gözdesi bu şehirde muhteşem yapılara imza atan Lami Çelebi'nin dedesi Ali bin İlyas'ın yaptığı yapıları aradım.
Eski Buhara'nın on iki kapısını aradım. Birisinden Enver Paşa, Hacı Sami Bey ve Türkistanlı Yurtseverler son yolculuklarına çıkmışlardı.

Kitabımın;
Özbekistan'a yatırım yapmak isteyen iş adamları, Tarih meraklıları ve bölgeye gitmek isteyenler için faydalı olacağına inanıyorum.
Kitabımı DENİZLER; İNKİLAP, D-R, Remzi ve Kabalcı; Bursa'da ASA, BKM; EKİN ve NKM Kitabevlerinden temin edilebilir.
Esen kalın

FERGANA-Ekrem Hayri PEKER*
            Yazar dostum Talip Eke’den Fergana’nın yeni bir kent olduğunu duyunca doğrusu çok şaşırdım. Evet vadinin adı binlerce yıldır Fergana ama aynı isimli kent yani. Rus Çarlığı kendine tabi kıldığı Hokand Hanlığı’nda çıkan isyanı kanla bastırır, 1876. Son Hokand Hanı Hudayar Hanın halktan topladığı ağır vergiler halkı isyan ettirir. İsyanı bastıramayan Han Afganistan’a kaçar.
            Afganistan, kaçan hanların sığınma yeri olur. Elli yıl sonra da Buhara Hanı buraya kaçar. Rus kuvvetleri Hokant’ı kana boğarak bu isyanı bastırır. Binlerce insan ölür. Ruslar hanlığı ortadan kaldırıp askeri valilerle bölgeyi yönetirler. İsyan biter ama halkın huzursuzluğu bitmez. Ufak tefek ayaklanmalar görülür. Ruslar Hokand çevresindeki bataklıkların kokusunu bahane edip tarihi Margilan kenti yakınında yeni bir yerleşim yeri kurarlar. Novi (yeni) Margilan veya kurucusu olan General Skobelev’in adı verilir bu yeni kente. 1887’de kurulan kentin nüfusu ancak 1910’larda on bini bulur.2007’de Margilan kentinin 2500. kuruluş yıldönümü Devlet Başkanı İslam Kerimov’un katıldığı bir törenle kutlandı.
           1920’ lerde başlayan bağımsızlık hareketiyle muhtar Hokand Cumhuriyeti ilan edilir. Ruslar bu cumhuriyeti yıksalar da mücadele 1924 yılına kadar sürer. Mücahitler veya Rusların “Basmacı” diye küçümsediği isyancılar bölgeye hakim olurlar. Sadece Fergana bu alanın dışında kalır. Bolşeviklere karşı ortak mücadeleye giren Ruslar, Bolşeviklerin Rusya’ya hakim olmasından sonra onlara katılırlar Rusya’daki iç savaş bitmiş, Bolşevikler direnenleri ezmiştir. Kızıl Ordu, Başkırt gönüllüleriyle bölgeye çullanır. Tren yolları tamir edilir. Buhara topraklarında savaşan Enver Paşa’nın şehadeti dengeleri değiştirir. Başsız kalan mücahitler parça parça yenilirler. Az sayıda savaşçı Afganistan’a sığınır.  
          Bildiğiniz gibi Afganistan’ın kuzeybatı bölgeleri tarihi Özbek toprağıdır. Bugün Afgan topraklarında yer alan Herat kenti şair hükümdar Hüseyin Baykara’nın başkentidir. Savaş biter, yeni rejim yerleşir ve kent hızla büyür. Fergana için Taşkent’in küçük bir kopyası demişti bir arkadaşım.
           Kent merkezine inip merkezden geçen su kanalının yanındaki müzeyle gezmeye başlıyorum kenti tanımaya. Su kanalın yanındaki kent müzesi üç katlı güzel bir bina. İlk kattaki girişte bir kaç büst ve ofisler yer alıyor. Esas sergi salonları üst katlar da. Müzede bir şehir müzesi havası var. Bursa şehir müzesinin muhteşemliği aklıma geldi. Emeği geçenlere şükranlarımı sundum. İlk salonda vadinin jeolojik yapısının sergilendiği bir köşe var. Hemen yanında bölgenin flora ve faunasına ait bitki ve hayvan örnekler sergilenmiş. İlk katın girişinde General Skobelev’in büstü var. Büst bir zamanlar şehirdeki bir sütunun üzerindeymiş, bağımsızlıktan sonra yerinden sökülüp buraya getirilmiş. Ayrıca giysileri, silahları ve bazı özel eşyaları sergileniyor. Müzedeki eserler bronz çağdan başlıyor, bu çağa ait çok sayıda eser var. Bu eserlerin yanında ilk çağlara ait kaya resimleri var. Kaya resimleri Saymalı taş bölgesinden gelme. Bölge yılın on, on bir ayı karlarla kaplı.Bölgedeki iklim değişmelerini gösteren önemli bir örnek. Kaya resimleri bu kısıtlı süre içinde görülüyor, araştırılıyor. Müze salonlarında şehrin kuruluş yıllarına ait resimler, gazeteler sergileniyor.1910 yılında şehrin nüfusu on bini bulmuş. Müzedeki bazı resimler hüzün verici. Hokand’ın işgalini kabullenmeyip Çarlık Rusyası’na başkaldıran “asi”lerin idamlarını gösteren resimler var. Bu resimlerden birisi aydın bir din adamı, medrese hocası olan Dükçü İşan’a ait. Bölgeyi sarsan bu isyan zorlukla bastırılmış. Vaaz verdiği caminin kapısı da müzede sergileniyor.Hüzünlü resimler sadece bununla kalmıyor.Çar,1916 yılında ordusunun verdiği ağır kayıpları gidermek için bölgedeki Türk ve Müslümanlardan bir milyon kişiyi askere almak iste.Ayrıca savaş giderleri için ek vergiler yükler.Elli yıldır baskıdan bunalan halk ayaklanır. Bölgede Teşkilat-ı Mahsusa’nın ajanları vardır. Yedisu Kırgızları içinde bulunan Kuşçubaşı Eşref’in kardeşi Hacı Sami Bey  buradadır.Türkistan’ın elden çıkacağını gören Çarlık Hükümeti cepheden çektiği binlerce askeri bölgeye gönderir.Bir yandan askerler,diğer yandan Kazaklar kendilerine önderlik edecek bir yapı oluşturamamış,ağır silahlara sahip olmayan isyancıları büyük bir vahşetle ezer. Bölge halkının maddi-manevi kaybı büyüktür. İsyanı bastırmak için girişilen harekata 300 bin kişi öldürülür.300 bin kişi Sibirya’ya sürülür.600 bin insan Doğu Türkistan’a kaçar. İsyancıların mallarına el konma kararı askerlerin yanı sıra Kazaklara ve bölgedeki Rus göçmenlere büyük şevk(!) verir.İsyana ait haberler,isyancıların resimlerinin basıldığı gazeteler sergilenmekte.
            Yıllar geçer, ikinci dünya savaşı patlar. Alman orduları Moskova’ya kadar gelir. Sovyetler seferber olur. Almanlar teslim olmayacak askerlere, orduya katılacak gönüllülere ihtiyaç vardır.Afişler basılır,halk anayurdu savunmaya çağrılır.Kimi afişlerde asker resimleri,kimi afişlerde pos bıyıklı işçi resimleri,kimilerinde de kadın resimleri vardır.Hepsi şunu soruyor,”vatan için ne  yaptın?”. Müzede savaşta Nazilerden ele geçen silahlar sergileniyor. Gamalı haçlı miğferler, savaşta partizanların ve Sovyet ordusunun kullandığı silahlar da sergileniyor. Ayrıca bölgeden gönüllü olarak savaşa katılan partizanlara ait çok sayıda resim var. Özbekistan yetişkin nüfusunun % 10’unu kaybeder bu savaşta.
O yüzden her yerde bu savaşta ölen ve yaralananlar için anıtlar yapılmış. Ordu günü Özbekistan’da bir bayram havasında kutlanıyor.
Müzeden çıktıktan sonra hemen yakınındaki büyük parka doğru yürüyorum. Parkta ünlü gökbilimci El-Fergani’ye ait büyük bir heykel var. Fergani elindeki yıldız haritasını inceliyor, arkasındaki fonda yıldızlar var. Heykel bağımsızlıktan sonra  dikilmiş. Devirler değiştikçe kahramanlar da heykeller de değişiyor.Geniş ve bakılmlı parktan caddeye iniyorum.Caddede Sosyal Bilimler Üniversitesi ve 1900’lü yıllardan kalma sivil mimari örneği binalar yer alıyor. Sanırım soğuk iklimden dolayı Ruslarda balkon olayı yok.Süs olarak kullanıyorlar.Bunun dışında  Rusların şehircilik anlayışına saygı duymamak mümkün değil. Birbirine paralel caddeler, bunkarı dik kesen sokaklar. Cadde ve sokaklara yıllar önce dikilmiş,şimdi asırlık olan çınarlar, meşeler. Merkezde yer alan Gum, Universal adındaki büyük mağazalar.Rus kenti olmasından dolayıtarihi özellikte cami ve türbe yok.Bu tür yapılar Hokand ve çevresinde bulunuyor.Caddeye iniyorum,sonundaki bir sokakta küçük bir kiliseye gidiyorum.Kilise Taşkent’te gördüğüm kiliseye göre daha küçük ve daha sade.Soğan kubbeli Rus-ortodoks kiliseleri batının katedral mimarisinden uzak. İçeride ibadet eden bir kaç kişi var. Ukrayna asıllı bir kadın rehberlik etti. Bildiğim Rusça anlaşmamıza yetti. Parkın yakınında modern bir stadyum var. Yaklaşık on bin kişilik bu stadyumda bağımsızlık kutlamalarını seyrettim; ilk ve orta öğrenim öğrencilerin danslarını izledim, şarkılarını dinledim.
           Fergana’ya gelmişken kuruluşunun 2500 yılını kutlayan Margilan’ı gezmemek olmazdı. Fergana’dan Margilan merkezine ulaşmak 15 dakika sürüyor. Merkeze ulaştığımızda vakit geç olmuş ve kent müzesi kapanmıştı. Bu nedenle gezemedim. Hemen yakınındaki tarihi camiden başladım gezmeye. Hemen yanında kentteki tek medrese yer alıyordu. Bir kaç otantik eser konularak müze havası verilmiş. Sonraki durağımız El-Margilani’nin temsili mezarı oldu. El-Mergilani ünlü bir fıkıh bilgini. Burada doğmuş, Semerkant’ta ölmüş. Park havasındaki anıt-mezarı son ziyaret yerimiz oldu. Buradan bizi Hokand’a götürecek otomobilimize döndük.
      Fergana için şunu söyleyebilirim. Bölgenin en iyi otelleri ve lokantaları burada Güzel bir tenis kortu var. Tenis kortunun yakınlarında Kapalı Spor salonu ve fuar alanı var. Hokand’da otel yok. Güzel lokantaları ve Türk dönerinin satıldığı “İstanbul Cafe’si var.  Bölgedeki yemek kültürü et ağırlıklı. Yemek esnasında çoğunlukla yeşil çay içiliyor. Kim yaygınlaştırmışsa tebrik ederim. Yüz milyonlarca insana hastalıktan korunması için kaynamış, hastalık bulaştıracak mikroplardan arınmış suyu şifa diye diye içirmek kolay bir iş değil.
 Allaha ısmarladık Fergana, Allahaısmarladık Vadi. ...
Kimya mühendisi Ekrem Hayri PEKER 
(ekrempeker@gmail.com)

21 Mart 2013 Perşembe

YEŞİM TAŞI


YEŞİM TAŞI
Ekrem PEKER
Çin Hakanı Türklerle savaşmaktan yorulmuştur. Türk süvarileri Çin Ordusunu her seferinde darmadağın etmekteydi. Özel yetiştirdikleri süvariler bile Türk süvarileri karşısında tutunamamıştır. Hakan meclisini toplar, bilgeleri çağırır. Topladığı meclise “Türklerle barış anlaşması yapacağını, barış için öne sürülen şartların çok ağır olduğunu ama başka çareleri olmadığını” söyler.”Bu defalık kurtulacağız, sonrası için kalıcı bir çözüm lazım. Bunun için ne yapacağız” diye sorar. Mecliste saatlerce süren uzun toplantılar olur. Sadece barış şartlarını tespit edebilirler. Türklerin hücumlarını önleyecek bir çözüm bulamazlar ve meclis dağılır. Mecliste bulunan fakat tartışmalara katılmayan yaşlı bir bilge Çin Hakanı’nın dikkatini çekmiştir. Bilgin salondan ayrılmaz, hükümdarın yanına gelir, baş başa görüşmek ister. Türklerden kurtulmanın tek bir yolu olduğunu söyler.
Çin heyeti Türklerle barış anlaşması için eşi benzeri olmayan hediyelerle gelir. Heyet, Türklerin istediği şartların hepsini kabul eder. Türkler bu duruma çok şaşırır. Türk Hakanı konuklar şerefine büyük bir şölen tertipler. Törende Türk Hakanı artık kardeş olduk dediği Çin Hükümdarına bir hediye göndermek istediğini söyler. Heyet başkanına “istediğiniz bir şey var mı?” diye sorar. Heyet Başkanı “Başkentiniz yakınlarındaki yeşim taşı kayasını istiyoruz” der. Türk Hakanı şaşırır, elçiye kızar.”ben kardeşime hediye diye bir taş parçası gönderemem” deyince; elçi ,”Hakanımız bu taşın güzelliğini duymuş, sarayının bahçesine koymak istiyor. Baktıkça sizi hatırlayacaktır” diyerek Hakanı ikna eder. Hakan kayayı nasıl götüreceklerini sorar. Elçi kayayı parçalayacaklarını, parçalanan taşları arabalara yükleyip götüreceklerini sonra sarayın bahçesinde birleştireceklerini söyler. Türk Hakanı gerekli izni verir. Şölen neşeyle biter. Barış anlaşması, heyetin hediyeleri sevinç yaratır. Üstelik hediye olarak sadece kaya parçası vereceklerdir.
Olayı öğrenen Aksakal denilen bir kaç yaşlı Hakanın huzuruna çıkarlar ve “Yeşim Kayası Çinlilere verilirse Türk Yurduna felaket çökecek, Çin ipeklileri sizi kandırmasın” derler. Hakan ve çevresindekiler yaşlıların uyarılarına kulak asmazlar.  Çinliler bazen küskülerle, bazen kızgın sirke dökerek yeşim taşı kayasını parçalarlar. Parçalar hemen bekleyen arabalara yüklenir, Çin’e gönderilir. Yaşlılar gözyaşlarıyla Çin’e giden arabaları izlerler. Yeşim taşı yüklü son araba Türk Yurdunu terke dince ülkede kuşlar böcekler susar, yağmur yağmaz olur. Dereler, nehirler kurur, salgın hastalıklar hayvanları kırar, geçirir. Önce merkezden uzaktakiler ülkeyi terk ederler, sonra geride kalanlar. Türk Yurdu kısa zamanda ıssızlaşır.
Bu hikâyeyi uzun yıllar önce çocuklarımın ilkokul tarih kitaplarından okumuştum. Yazmak nerden çıktı derseniz; Avrupa’nın atalarının kim olduğu sorusundan. Aydınlanma dönemi başlayıncaya kadar olan sürede Avrupalı tarihçilerin bir kısmı köklerinin Türklere kadar uzandığını söylüyorlardı.
Avrupa’ya İskitlerin, Hunların, Macarların, Kıpçakların, Peçeneklerin, bazı Oğuz boylarının göç ettiği biliniyordu. İsviçre, Fransa, Belçika’da bazı köylerin Hunlara ait olduğuna dair Avrupa basınında çıkan haberleri okumuştum. Runik alfabe ile taşlara yazılmış Orhun yazıtları bulunduğunda Norveç ve İsveçliler atalarımızın yazıları bulundu diye bölgeye inceleme heyetleri göndermişlerdi. Yaklaşık bir-iki ay önce Cumhuriyet gazetesinin Pazar ekinde gazetenin İsveç muhabiri Ali Haydar Nergis’in bir yazısı yer aldı.”İsveçlilerin ataları Türk”.Yapılan DNA testlerine göre İsveçlilerin yaklaşık  % 50 si Türk soyundan geliyor.
Yeşim taşının Türkler için dinsel bir önemi vardı. Ölen insanların yanına yeşim taşından yapılmış mücevherler, nesneler konurdu. Bu adet Türklerden Çinlilere geçmiş. İlginçtir, aynı adet Orta Amerika ve Meksika’da büyük uygarlıklar kurmuş Mayalar ve İnkalar’da da var. Buralara sonra uzanırız diyerek tekrar Avrupa’ya dönelim. Türk Tarihi üzerine çalışmalar yapan son dönem Türk ve Rus tarihçiler konuya değişik bir açıdan yaklaşıyorlar. Bu tarihçiler olaylara iklimsel değişiklikleri temel alarak yaklaşıyorlar. Jeolojik kanıtlarla desteklenmiş tezlerine göre Orta Asya’da bir kaç büyük deniz vardı. Bu bölgede yaşayan kavimler/milletler deniz kenarında büyük bir medeniyet oluşturmuşlardı. Bu denizler bugünkü Kazan şehrine kadar ulaşıyordu. Bu şehirde gemilerin bağlandığı “baba” tabir edilen taş direkler bulunmuştur. Sözü uzattık, kısacası iklim değişmiş, denizler kuruyarak Gobi, Taklamakan,   Kızıl Kum çölleri oluşmuş. Bu süreçte bölge insanları mecburen göçmen olmuş. Bölgeden binlerce yıl sürecek göç başlamış. Sümer, Elam, Mısır, Anadolu ve Hindistan’a güneyden ,Ural’ı aşarak kuzeyden de Avrupa’ya göç sürmüş gitmiştir.Türkler göçer değil, göçmendir.Elamlıların, Sümerlerin Türk kökenli olduğu Rus ve Avrupalı bilim adamlarınca öne sürülmektedir. Göçmenler gittikleri yerlere gelişmiş tarım ve maden işleme tekniklerini götürmüşlerdir.
Avrupa’ya dönersek aydınlanma dönemine kadar Avrupalılar Turan/Türk soyundan olduklarını kabul ediyorlardı. Etrüsklerin Türk kökenli olduğu bilim çevrelerinde neredeyse istisnasız kabul görmektedir. Avrupalıların Turan/Türk atalarından kurtuluşu aydınlanma çağıyla başlar. Osmanlı İmparatorluğu 2. Viyana kuşatmasından sonra(1686) yenilgi dönemine girmiştir. Avrupalı filozoflar kendilerine ata olarak Antik Yunan’ı seçerler. Ancak Antik Yunan’ın yazısı Fenike kökenliydi. Orta Asya, Mısır, Çin medeniyetleri karşısında Antik Yunan medeniyeti çok sönük kalıyordu. Sonunda Hindistan’a kadar uzandılar ve oradan gelen “Arien” halkların Avrupa’ya göç etmesiyle Avrupa medeniyetinin oluştuğunu keşfettiler. Halkları sınıflandırdılar. Kendilerini de Hint-Avrupalı sınıflandırmasına soktular. Ne diyelim kendi seçimleri. Oysa 1750 li yıllarda İsveç tarihini kurucusu Legerbring, İsveç dilindeki Türkçe isimlerden yola çıkarak atalarının Türkler olduğunu öne sürmüştü. Aydınlanmacıların öne sürdüğü tezler başlangıçta pek etkili olmadı. Emperyalizm olgusu ortaya çıkınca durum değişti. Lagerbring (1707-1787) Oden’in Türk ülkesinden (Turkland) geldiğini ve bir Türk soylusu olduğunu Lund Rektörü sıfatıyla İsveç bakanlık müsteşarlığına yazar. Yazdığı bu mektup saray saymanlığı tarafından kitap olarak basılır Lagerbring yalnız İskandinavya dillerinin değil Almanca, Fransızca ve İngilizcenin de Türkçe ile akraba olduğu görüşünü savunmuştur. Lagenbring sadece İsveç’in değil Avrupa’daki krallık hanedanlarının çoğunun Oden’in soyundan geldiğini öne sürer.
Emperyalist İngiltere’nin Liberal Parti lideri Gladstone 1876 da “ Türk ırkını Avrupa’dan kovup Asya’ya süreceğiz” diyordu. İngiltere ve benzeri emperyalist ülkelerin aydınları da yöneticilerine uydu. Antik Yunan/Grek kültürü öne çıkarıldı. Olmayan Aryan ırkın izleri Tibet’te arandı. Tabii ki bulunamadı. Ama bu olmayan saf Ari ırkı koruma safsatası 20. Asrın ortalarında Hitler gibi ırkçı, faşist liderlerin dünyayı kana bulamasına yol açtı. Emperyalistler ırkçılıklarına, işgalciliklerine kılıf bulmak için gerek kendi halklarına, gerek işgal ettikleri ülke halklarına kendilerini medeni, insancıl olarak tanıttılar. Hümanizm sözcüğü dillerinden hiç düşmedi. Barbarlara medeniyet götürüyorlardı. Kültürsüz, yazısız barbarların tek seçeneği olabilirdi; o da emperyalistlere köle olmak, onlar için ölünceye kadar çalışmak. Bunun için de Osmanlı, Çin, Fas, İran gibi köklü devletlerin yıkılması gerekiyordu.
Avrupalıların bir kısmı atalarımızı bulduk dedi ama tarih tarihçiliğini yaptı. Yeşim taşı ortaya çıktı. Yeşim (Ya de) taşını Türklerin dini amaçla kullandıklarını söylemiştik. Türk yurdundan bulunan bu taştan her yıl yüzlerce araba Çin’e ihraç ediliyordu.
            Orta Asya’yı, Türkistan’ı terketmek durumunda kalan boylar, aileler bu taşlardan yapılmış aletleri yanlarında götürdüler. SadeceYeşim taşını değil, Dolmen ve taş anıt dikme âdetini de götürdüler. Avrupa’da Layard, Rawlinson, Layard’ın İskoç danışmanı Fergusson gibi bilgin diplomatlar 1800-1880 yılları arasında yaptıkları arkeolojik çalışmalarda Asur, Babil, Sümer gibi eski uygarlıkların kalıntılarını ortaya çıkarmış ve bu uygarlıklarda Asya kökenli, Turani toplulukların yapıcı etkisi bulunduğunu kanıtlarıyla duyurmuşlardır. Yaşamının büyük bir bölümünü adadığı Eski Çağlar mimarisi çalışmalarının sonunda Fergusson; 600 yıl önce Avrupa’da Aryanların değil Asya kökenli “Turanlı”ların egemen olduklarını gözler önüne sermiştir. Fergusson’a bu çalışmalarından dolayı “İngiltere Kraliyet Mimarlar Enstitüsü” ödül vermiştir. Fergusson dünyanın dört bir yanındaki taş anıtları incelemiş; taş yapıların, anıtların ve dolmenlerin kurulduğu yerlerin Türkçe konuşan Turan kökenli halklar tarafından yapıldığını, yer adlarının sonu “ak” sesiyle biten Türkçe sözcükler olduğunu kanıtlamıştır. M.Betrand 1864 ‘de Fransa’nın 31 yöresinde saptadığı 2225 dolmenin 517 ‘sinin adlarının “ak” ile bittiğini tespit etmiştir. İskoç bilgin yaptığı bir araştırmada İskoçyalıların 6 Nisan 1320 de papaya gönderdikleri bir yazıda kendilerinin Asyalı İskitlerin oyundan geldiklerini, ”iskoç” (scoth) sözcüğünün “İskitéin (scyth) özgün biçiminden başka bir şey olmadığını resmen bildirerek kilise kayıtlarına geçirtmişlerdi. Komşuları İrlandalılar da kökenlerinin Turanlı olduğunu belirterek öğünürlerdi.
Yeşim taşına gelirsek, Avrupa’nın her neresinde, yapımı 6000 yıl öncesine dayanan taş anıt ya da mezar bulunmuşsa; orada Orta Asya Türklerinin eski çağlarda “ Ya de” taşı dedikleri  ve bütün Avrupa dillerinde “ Ja de” (okunuşu) olarak adlandırılan Farsların “yeşm”, bizim ise Yeşim Taşı dediğimiz sert taştan yapılmış baltalar ve turkuvaz taşından gerdanlıklar çıkarılmıştır. Truva’da bulunan kazılarda Yeşim Taşı bulunmuştur. Arkeologların bulduğu ya de taşından balta taşları ve gerdanlıklar Asya kökenliydi. Bu tezin aksini savunanlar taşların Hindistan’dan geldiğini iddia ederler. Bu taşı işleyecek elmas M.Ö.500 yıllarına aittir, Truva’da bulunanlar ise M.Ö. 1300 yıllarına aitti. Avrupalı bazı bilginler Avrupa’da ya de taşı aramışlar sadece Kuzey İtalya’da rastladıkları Ya de benzeri bir metreküplük taş dışında bulamamışlardır.
Dünyanın en sert taşı olan elmasın sertlik derecesi 10, Yeşim Taşının ise 7 dir. Bu taş ancak kendinden daha sert olan elmas, safir, zircon, yakut gibi taşlarla işlenebiliyordu. Bu taşı işleyen Turanlı ustalar mineraloji konusunda büyük bir bilgiye sahiptiler. Dağlarda buldukları damarlardan dev ateşler yakarak yumuşattıkları tonlarca ağırlıkta ya de bloklarını dövüp kuma dönüştürdükleri elmas, safir, zircon ve yakut tozlarını ıslak derilere yedirip kurutarak elde ettikleri zımparalarla binlerce yıldır kullandıkları kendi yaratıları olan özel tornalarda traşlayarak biçimlendiriyorlardı. Avrupa’da bulunan Yeşim Taşları Türkistan’ın Hotan, Yarkent, Lolan, Miran dolaylarında çıkarılıyordu. Avrupa’da bulunan ya de baltaların ağızları keskin değildir, çünkü bu baltalar dinsel törenlerde kullanılıyordu.
Tarihte ipek yolu olarak bilinen yol ya de taşının da yoluydu. İpek yüklü kervanlar yollarına devam ederken bir kısmı yükünü Türk Yurdunda bırakır, Yeşim Taşı yüklenip dönerlerdi. Çin Seddi’nin en batısında Türklerle ticarete ayrılmış kapıya Çinlilerin ya de kapısı adını verdikleri kayıtlarda yer almaktadır. Tarihin izleri politik bilginlerce gizlenmek istense de bir şekilde ortaya çıkıyor. Anadolu’da yapılan araştırmalarda Orta Asya’da görülen kaya resimleri ve balballar bulunmuştur. Anlaşılan Atatürk Türk Dil ve Tarih kurumlarını boşuna kurmamış. Vefatından sonra ülkemiz her alanda olduğu gibi tarihçiliğimiz de batının etkisi altına girmiş. TTK ve TDK devlet dairesine dönüşmüş. Birçok tarihçimiz Turan tezlerine batılı tarihçiler katılmıyor diye itibar etmiyor. Bu alanda da güneş “Batıdan doğuyor”. Sanırım Avrupalı tarihçiler köklerimiz “Turani” dediklerinde bir kısım tarihçimiz itiraz edip aksini ispatlamaya çalışacaklar diyelim, yazımızı bitirelim.

YARARLANILAN KAYNAKLAR:
1- Avrupa’lıların Ataları Türk’tür                     Cengiz Özakıncı           İstanbul
2- İsveççe’nin Türkçe İle Benzerliği-İsveçlilerin Türk Ataları    Pr. Sven Lagerbring 2010
3- Anadolu Arkeolojisi                                                Pr. Veli Sevin  İstanbul 2002
4- Büyük Türk Part Devleti                                         Beg murat Gerey          İstanbul 2009
5- Doğu’nun Prehistoryası                               V. Gordon Childe        Ankara 2010
6-- İran Türklerinin Eski Tarihi             Pr.Dr.Muhammed.Taki Zehtabi           (Kireşçi)İstanbul
7- Iraklılar Yazılımı                              Kazım Mişan                           Bursa 2007
8- Türklerin Kaybolan Ataları              Kazım Mişan               Bursa 2011 

BOĞANIN BOYNUZLARI- 2, SÜMERLER - “TARİH TÜRKLERLE BAŞLAR”

BOĞANIN BOYNUZLARI- 2, SÜMERLER “TARİH TÜRKLERLE BAŞLAR”
Ekrem PEKER
İngiliz Arkeoloji Enstitüsü profesörlerinden Harriet Crawford’un Sümer ve Sümerler üzerine yazdığı bir kitabı okudum. Yazar Sümerlerin Türk kökeni ve Batı Türkistan, bugünkü Türkmenistan bağlantısına hafifçe değinip, daha çok Sus-Elam uygarlığıyla bağlantı kurmaya çalışmış. Oysa kitabının bazı bölümlerinde yazdıklarının bir kısmı kendisini yalanlıyor, savunduğu tezini çürütüyor.
            Aynı anlayışı Hititler üzerine kitap yazmış bulunan İngiliz arkeoloji enstitüsünde  görevli araştırmacılar görmüştüm. Batılı tarihçilerinden J.G.Macquen’in Hititler ve Hititler çağında adli eserinde kendi ırklarını, medeniyetini İran’a bağlama çabası, üstün ırk safsatalarıyla Hitler’i Almanya’da iktidara getirmişti ve Hitlerde Ani ırkı dünyaya hâkim kılmak için tarihin en kanlı savaşını başlatmıştır.
            İsveç tarihinin kurucusu kabul edilen, Pr. Sven Lagerbringin ‘’İsveçlilerin ataları Türktür. Avrupa’da birçok krallıklar (Norveç, Danimarka, Saksonya, Westfalen, Fransa ve İngiliz) Odin’in çocukları soyundan gelmektedir’’ Sözleri unutulmak istenmiştir. Oysa bugün Türkler’in, Kafkas kökenli Halkların izlerine İngiltere’de, İspanya’da, Cezayir’de rastlamak mümkündür. Bask halkının Kafkas kökeni tarihçiler arasında tartışılmaz bir gerçek haline gelmiştir.
            Lagerbring eski İsveççe, Almanca, Danca dillerinin temelini Tirkrar(Türkler)’ların konuştuğu dilin oluşturduğunu iddia eder. Odin bölgeye büyük ihtimalle İsa’dan önce gelmiştir.
           Sarı denizden Macar ovalarına  kadar uzanan bölgedeki Türk varlığı nedense görülmek istenmez. Proto-Türk veya ilkçağ Türklerinden geriye Balkan gibi isimlerin kalmasını, İsveç Sagaları ve Almanların meşhur destanı Nibulungen’in bazı bölümlerinde Türk isimlerinin  isminin geçmesini nasıl açıklayacağız?
          Ünlü tarihçi L.Gumilev bunu şöyle açıklıyor,’’Dünya tarihi içinde, kadim Türk halklarının ve kurdukları devletlerin tarihi incelendiğinde şöyle bir soru sormak lazım gelmektedir: Türkler neden ortaya çıktılar ve neden katiyen torunları olmayan müteakip birçok millete kendi isimlerini bırakarak tarihten silmediler? Çünkü Kadim Türkler insanlık tarihinde geniş bir yer tutmalarına rağmen nüfusça azaldılar?’’
           İngiliz Profesör Sümer bölgesinde bulunan bir kısım eşya’nın Anva/Anev de bulunduğunu yazıyor. Tarihçiler Sümerlerin bu bölgeden geldiğini söylüyorlar. Bu bölgede Anev ve Afganistan’ın Badakşan bölgesinde bulunan Lacivert Taşı getirtip heykel ve varlıklı insanların kullandığı mühürlerin yapımında kullanmışlar.
            Metal eşya ve bronz yapımında kullanılan bakırı getirmek için Umman ve Bahreyn’de ticaret kolonileri kuran Sümerler İndus vadisindeki Harappa ve Mohengodero medeniyetini kuranlarla ticaret ilişkilerini sürdürmüşlerdir.
          Sümerlerin yaptığı Zigguratlar bugün Türkmenistan’daki Altın Tepe ve Afganistan’daki Murgidak bölgesinde bulunan bazı yapılarla benzerlik göstermektedir. Bu örnek iki bölge arasındaki ilişkiyi göstermektedir. Sümer mühürlerdeki oba resimleri de bu konuda başka bir örnektir.
        Sümerler yukarı Mezopotamya ve Anadolu içlerine kadar ilerleyip bu bölgelerde küçük yerleşim yerleri kurmuşlardır. Asur bölgesinde kazı yapan ünlü arkeolog Henry Lazard kazı anılarını anlattığı ‘’Ninova’’ adlı eserinde bölgede bulunan piramitlerden bahseder. Bu yapılar Mısır piramitlerinin atası olabilir. Sümerlerin bölgeye M.Ö.4bin yıllarında  geldiğini unutmayalım. Ziggurat yapımı bütün bölgeyi sarmıştır. Ünlü tarihçi Heredot Babil’deki Zigguratın kendi döneminde mevcut olduğunu söylüyor.
           Tarihi bugünkü coğrafyaya göre yorumluyoruz. Bugün merkezi Asya’da yan Türkistan’da bulunan Gobi ve Taklamakan bölgesinde Kazan şehrine kadar uzanan büyük bir deniz yer alıyordu Bu denizin çevresinde büyük bir uygarlık vardı. İklimsel değişiklikler bu denizi zaman içinde kuruttu. Bugün buna örnek Marmara denizinin birkaç katı büyüklükteki Aral gölünün/denizinin kurumasıdır. Karadeniz’in bugünkünden küçük bir göl olduğu çevresinde bulunan şehir kalıntılarından anlaşılmaktadır. Bugünkü Marmara denizi de bir göldü. Prens adaları bu gölün etrafındaki tepelerdi. Pendik açıklarında denizin altı-yedi metre derinliğinde  yerleşim yeri kalıntıları bulunmuştur.(NTV Tarih Eylül 2012 Sayısı) Tarihi iklim değişikliklerinin nice medeniyet yıktığını, medeniyetleri kuran halkları dağıtıp yok ettiğini tarih kaydeder. Buna örnek olarak Türkistan, Yemen, Habeşistan’da yaşayanları ve geride bıraktıkları muhteşem yapıların yanında Mısır Erken Mayaları gösterebiliriz. İklim, coğrafya, ticaret yolları, nüfus ve bilgi birikiminin medeniyetlerin oluşmasında  çok önemli rolü vardı.
           Değerli tarihçimiz Kazım Mişan’ın yazılarında belirttiği gibi Türkler göçebe değil, göçmendir. Kuraklığın Afrika ülkelerinde bugün ne gibi toplumsal sonuçlara yol açtığını görüyoruz. Oğuzlarda suya giren öldürülürdü. Türk toplumlarında sulak bölgelere kudsiyet atfedilmesinde yaşanmış kuraklığın büyük etkisi vardır. Fergana vadisinin Oş bölgesinde böyle bir alan Şah-ı Merdan adıyla günümüze kadar gelmiştir.
          İbn-i Fadlan’ın oğuzlarla ilgili yazdığı ‘’yıkanma adetleri yoktur, suyu kirletenleri öldürürler.’’sözleri bize korkunç bir kuraklık ve çölleşme neticesinde yaşanan faciaların toplum belleğinde nasıl bir yer ettiğini, nasıl genlere işlediğini göstermektedir.
          Büyük bir medeniyetin ardılı olan Sümerler maden taş, orman yönünden fakir ve bataklık olan bu bölgede büyük bir medeniyet kurmuşlardır. Yeni kentler kurulmuş, bataklıklar kurutulup yeni sulama kanalları açılmış, ticaret yolları geliştirilmiş, koloniler kurulmuştur.
         Sümerler tekerleği buldular. Hızlı tekerleği, çömlekçi tekerleğini bularak çanak-çömlek yapımını hızlandırdılar. Saban ve gemilerde çapa kullandılar. İlk birayı yaptılar, toprak tuzlanınca tuzu da yanıklı bitki ziraati yaptılar. Matematik ve Edebiyat ta önderlik ettiler. Kullandıkları lisan diplomatik dil olarak binlerce yıl kullanıldı. Ticaretin gelişmesi bazı yenilikleri getirdi. Önce eski yazılarının üzerine oluşturdukları çivi yazısı geliştirildi. M.Ö. 4bin yıllarında kullanılmaya başlanılan çivi yazısı M.S.  1.yy a kadar (kimi tarihçilere göre daha sonraki yüzyıllarda)kullanıldı. Sümer yazısı günümüz alfabelerinin atası sayılan Fenike alfabesine ışık tuttu
         Sümerler edebiyatlarını yazıya geçiren ilk halktır. Edebiyatlarının dışında devletin, tüccarların, tapınakların tüm kayıtları, ders kitapları, yazışmaları, sözleşmeleri yazıya geçirilmiştir. Sümer arşivleri tarihe ışık tutmaktır. Sümerlerin gelişmiş bir kültürel yaşamına sahip olduğunu bıraktıkları tabletlerden anlıyoruz. Hazırladıkları sözlükte 800 değişik yiyecek-içecek ve bunlardan yapılan yemek tarifleri vardır. Bu tariflere göre Sümerler de 20 çeşit peynir,100 çeşit çorba ve 300 çeşit ekmek olduğunu öğreniyoruz. Başlıca yiyeceklerinin et, tatlı ve tuzlu su balıkları, sebzeler (soğan, sarımsak, pırasa, marul, salatalık), arpa, bakliyat (mercimek, nohut, fasulye), meyveler (elma, armut, üzüm, nar, fıstık) olduğunu, nane-tere-kimyon gibi baharatlar yaptıklarını öğreniyoruz. Arpadan bira,  hurmadan şarap yapmışlar. İçini oydukları sazları kamış yaparak küplere koydukları süt, bira ve şarapları ortak içebilmişlerdir. İ.Ö. 2700 yıllarına ait Sümer kral mezarlarında kullandıkları arp, lir, ut gibi müzik aletlerinin tahta bölümleri bulunmuştur.
           Sümer kültürel yaşamında bugün olduğu gibi üfürükçülük, büyücülük yapan kadınların olduğunu anlıyoruz. M.Ö.2100 yılların da Sümer-Lagaş kralı Gudea sihir ve büyü yapan kadınları şehirden sürmüştür. Babilliler Sümer bölgesini ele geçirince büyücülük yapan kadınları Babil şehrine toplamışlar, insanların önemli buldukları her konuda büyücülere danışmaları adetmiş. Babilli büyücülerin ününü duyan Hititler elçi gönderip Babil devletinden büyücü istemişler.
         Sümerler eğitime önem vermişlerdir. Matematik ve geometri konularını da içeren iki ders kitabının tabletleri bulunmuştur. Ticaret hayatı ve bürokrasinin gelişmesi bugün kullandığımız imzanın yerine kullanılan   mühürü icat ettiler. Mühür ticari anlaşmaların yanı sıra, devletlerin anlaşmalarında da imza yerine kullanılıyordu. Mühür, kimlik gibiydi. Nasıl bugün kimliğimiz kaybolunca ilan veriyoruz, Sümerler de kim mührünü kaybederse duyurmak zorundaydı, yoksa cezası ağırdı.
         Sümerlerin Türk kökenli oluşlarında bir örnek olarak ölü gömme adetlerini gösterebiliriz. Sümer Kralları da Türk Hakanlarında olduğu gibi  mezara eşleri, hizmetçileri ve eşyalarıyla gömülmüşlerdir. Sümerlerde Türkler de olduğu gibi tek eşlilik vardı. Eşler arasında evlilik sözleşmesi yapılırdı.                                                
          M.Ö. 2000-3500 yılları arasında yakın Doğu’nun basat kültürünü Sümerler temsil etmiştir. Sadece bölge halkını değil Akdeniz bölgesini, Mısır’ı, Anadolu’yu etkilemişlerdir. Ortaçağın Latincesi gibi Sümer dili bölgenin politik, ekonomik ve kültür dili olmuştur.
          Sümer tanrı ve tanrıçaları isimleri değişerek bölge halklarının tanrı ve tanrıçaları olmuştur. İlk yaradılış efsanesi Sümerlere aittir. Yaratılış ve Gılgamış destanları Hint ve Avestalarından da daha eskidir. İlyada ve diğer destanlar Sümer destanlarına göre çok gençtir. Üstelik yazıya geçirildiği için orijinal hallerini muhafaza etmişlerdir. Sümer efsanelerinde yer alan canavar figürlerini Grek efsanelerinde görmekteyiz.
           Sümer bölgesini işgal eden Akatlar onların dilini ve yazısını alıp tarihin ilk sözlüğünü (Akatca/Sümerce) yapmışlardır. Sümerlerin astronomi bilgileri çok gelişmiştir. Yıldız adları Sümerlerden gelmektedir. Gök bilimi astronominin kurucusunun Sümerler olduğunu söyleyebiliriz.
           İlk kubbenin Sümerliler tarafından yapıldığı bilinmektedir. Sümerlerin yaşadıkları bölgede olmayan taş ve maden işlemesi konusunda ve kuyumculuktaki ustalıkları, onların taşı ve madeni bol olan bir bölgeden geldiklerinin bir kanıtıdır. Kanal açmak ve kanal sistemini yürütmek gelişmiş bir mühendislik bilgisi olduğunu göstermektedir. Sümerler kerpiç ve tuğla kullandıkları yapılarda yalıtım malzemesi olarak asfaltı da kullanmışlardır.
         Sümerler tarihin bilinen ilk kanun devletidir. Sümer kanunları İ.Ö.2050 yılına tarihlenmektedir ve bilinen Hammurabi Kanunlarından çok eskidir. İşçiler onluk ve yüzlük gruplara ayrılıp, birer yıllık mukavele yapılırdı. Çalışanların ayda üçgen izin hakkı vardı. Yerli halktan birinin köleliği üç yılı geçemezdi.
        Artan Sami göçü ve yanı sıra Sümer devletinin şehir/site devletlerine bölünmesi Sümerleri zayıflayıp Sami halkları içinde yok olmalarını getirdi. Kendileri ortadan kalkıp unutuldu ama bölgedeki etkisi iki bin yıl sürdü. 19.yüzyılın ortalarında bölgeye gelip kazılar yapan arkeologlar buldukları karşısında büyük bir şaşkınlık geçirdiler. Rüzgâr erozyonunun yerleşim yerlerini yıkması, eski Sümer şehirlerinin üzerine kentler kurulması, tarım alanlarına veya batak dönüşmesi, kullanılan araç ve gereçlerin çürümesine rağmen bulunan çivi yazılarının çözülüp, Gılgamış ve Tufan destanlarının okunmasıyla sadece Ortadoğu tarihi değil, bilinen tarih değişti. Samuel Noah’ın dediği şu sözler tarih bilimine geçti ;’’ TARİH SÜMERLE BAŞLAR.’’ Bugün üniversitelerimizin Sümeroloji bölümleri sönmüştür. Eski Türkler kimdir diye sorsanız size yalın kılıç ülkeleri dağıtan insanlar imajını çizeriz. Oysa böyle bir medeniyeti belirli bir bilgi birikimine sahip olmayan toplumlar kuramaz.
          Sümerce üzerine araştırma yapan Hinks, British Association’da 1850 yılında verdiği konferansta çivi yazısını Akatlıların icat etmediğini, çünkü bu yazının Sami dilinin bünyesine hiç uymadığını, eğer bu dili Samiler icat etselerdi kendi dillerine uygun yapmış olmaları gerektiğini söylemiştir. Hinks, çivi yazısını Babil de Samilerden önce yaşamış Sami olmayan bir halk tarafından icat edilmiş olduğunu öne sürmüştür. Bu halkın Babillerden önce bölgeye gelip yerleştiklerini anlatmıştır. Sümer dilini ilk keşfeden Rawlinsondur. Rawlinson bu dilin zamir bakımından Moğolcaya, Mançu diline yakın olduğunu, fakat kelime bakımından hiç benzerlik bulunmadığını söylemiştir.
         Sümer dilinde Türk dilinde olduğu gibi kelimeler kök halindedir. Onlara ekler yapılarak yeni kelimeler oluşturuluyor. Sümer dili de Türk dilinde olduğu gibi fiil bakımından çok zengin, ses uyumu var. Erkek, dişi ayrımı yok. Türkçe de olduğu gibi kısa anlatımla geniş anlam veriyor.
       Bu konuda çalışmalar yapan Azeri Profesör Atakişi Celiloğlu Kasım, Sümerceyi incelemiş çalışmalarını ‘’Sümerce kesim olarak Türk dilidir’’ adlı kitapta toplamıştır.
       Sümerceyi inceleyen İranlı araştırmacı R.Heyavi ilk incelediği 161 sözcüğün 35’inin Türkçe kökene bağlamıştır. Prof. Osman Nedim Tuna Sümercede yer alan 165  kelimeyi Türkçe kelimelerle eşleştirmiştir. Türkmen araştırmacı Begmurad Gerey Sümerce 295 kelimeyi Türkçe kelimeyle eşleştirmiş ve bu konuda bir kitap yazmıştır. Ünlü dil bilimci M.Swadesha bilgisayar analiziyle yaptığı analiz sonucu şu sonuca varmıştır:’’Eğer iki ayrı dilde fonetik ve anlam bakımından benzeyen kelimeler 100’den fazlaysa, bunların bağımsız olma ihtimali birkaç milyonda birdir.
      Araştırmacı Jule Oppent Sami olmayan bu dilin Sümerce olması gerektiğini ileri sürmüştür.1874’de araştırmacı Françon Leonorman Sümer dilini Ural-Altay dil grubuna koydu. Sümerolog B.Lands Berger ‘’Sümer dili, hem dil bakımından, hem de bütün Asya boyunca dağlık bölgelerde konuşulan dil bakımından önemlidir. Bu türden olup bugün hala yaşayan dil Türk dilidir.’’Oppert’e göre Sümer dili Türk, Fin ve Macar dillerine akrabaydı. Sümerlerin aynı çağda yaşamış medeniyetlerden farklı olarak çivi yazısıyla yazdıkları kayıtları bırakmışlardır. Lagaş kentine ait kazılarda 40.000 tablet, Wippur’da ki kazılarda 30.000 tablet bulunmuştur. Bu tabletlerde Sümerlerin gündelik yaşamlarına ait bilgiler, tarihleri, edebiyatları, ilahiler ve destanları yazılıydı.
       Lagaştaki tabletler M.Ö. 2500 yıllarında başlarken, Tufandan sonra kurulmuş Kiş şehrindeki tabletlerin başlangıç tarihi M.Ö. 2800 dür. Sümerler tabletlere Tufandan önce beş şehirlerinin olduğunu yazmışlardır. Erida, Badtibıra, Larak, Sipper, Şıruppak yakınlarında bulunan Al-Ubaid adlı küçük bir höyükte en eski Ziggurat kalıntısı, heykeller ve dinsel törenlerini gösteren mermer vazolar bulunmuştur. Burada bulunan eserler M.Ö. 3300 yılına tarihlenmiştir.
       Sümerlerin en ünlü kenti, İbrahim Peygamberin kenti Ur’da kral mezarları bulunmuştur. Al-Ubaid’de yapılan Kazılarda alt katmanlarda tablet bulunamamıştır. M.Ö 5900 yıllarına tarihlenen farklı kültürlere ait kap-kacak bulunmuştur. M.Ö.2400 yıllarına ait tabletlerde Türkçe adlar bulunmuştur. Bunlar bölgeyi istila eden Gut/Guti/Kut krallarının adlarıydı.
   Sümer medeniyetini yaratan halklarla Mısır Medeniyetini de kurduğunu söyleyebiliriz. İlk çağ Mısır tanrıları Sümer Tanrılarıyla aynıdır. Sümerlerdeki Anu, Mısır’da Anubis olmuştur. Sümer Mitolojisi’ndeki tanrılar, inanışlar, kavramlar önce Mısır’a, oradan Grek Mitolojisi’ne geçmiştir.
        Avrupalı Tarihçilerde sık görülen davranış Anadolu ve Mezopotamya’da yaşayan halkların incelerken, eğer söz konusu halk Turani veya Sami ırkından değilse hemen Hint-Avrupa grubuna sokmaktadırlar. Avrupalı Tarihçilerin Kafkasya konusunda ve orada yaşayan halklar konusunda bilgileri ve araştırmaları yok denecek seviyededir.
     Kafkas Tarihçilerinin son yıllarda yaptığı araştırmalar sonucu Sümer ve Babil krallarının bir kısmının isimlerinin eski Abaza-Apsuva dilinde olduklarını tespit etmişlerdir. Bu ve benzeri bazı benzerlikler Sümerlerin arasında Kafkas kökenli kabileler olduğunu göstermektedir. Tarih Boyunca Mısır ve Kafkasya arasında süren ilişkinin temelinde bu da olabilir. Mısır’a giden Sümerlilerle beraber giden halklar bu köprüyü kurmuş olabilir. Dileyenler bu konuda rahmetli B.Ömer Büyüka’nın “Hazreti İbrahim’le Awubla ve Kafkasyalılar” adlı kitabını okuyabilirler deyip, konuyu ayrı bir yazıya bırakarak devam edelim.
     Türklerle Sümerler arasındaki benzerlikler, Sümer destanlarının eski Türk destanlarına olan benzerliklerinde de görülmektedir. Sümer dilinden Latinceye, Gerekçeye çeşitli kelimelerin geçtiği araştırmacılarla tespit edilmiştir.
     Türk halklarının ağıt yakma, mersiye yazma geleneğine Sümerlerde de rastlamaktayız Madem tarihçilerin büyük bir bölümü tarihi Sümerlerle başlatıyor, ya öncesi? Öncesini aramak için yüzey araştırmaları yapmak, yazıtları incelemek, yazılı kayıtları araştırmak; bunun için enstitüler, vakıflar kurup araştırmacıları yıllarca desteklemek gerekmez mi? Ne dersiniz, kültürümüze nasıl girdiği belli olmayan bozkurt’u bırakıp Gök Bori’yi araştırmanın, onun izlerini aramanın zamanı gelmedi mi?
           KAYNAKÇA
1) Sümer ve Sümerler                              Harriet Crawford    Ankara 2010
2) Hititler ve Hititler döneminde Anadolu  G.Macquan            Ankara 2009
3) Ninova                                                   H.Lazard              İstanbul
4)İsveççenin Türkçe ile benzerlikleri   Sven Lagerbrıng         İstanbul  2010
5)İsveçlilerin Türk kökenleri üzerine    Abdullah Girgin          İstanbul   2011
6)Uygarlığın kökeni Sümerler                 M.İlmiye Çığ            İstanbul   2008
7)5 bin yıllık Sümer Türkmen bağları     Begmurad Garen     İstanbul
8)Sümer ve Türk dillerinin tarihle ilgisi         Osman Nedim Turan İstanbul
9) Doğunun Prehistoryası                    V.Golden Chılde   Ankara 2010
10)Sümerlerde Tufan, Tufanda Türkler    M.İlmiye Çığ       İstanbul 2011
11) Hazreti İbrahim’le Awubla ve Kafkasyalılar   B.Ömer Büyüka İstanbul Ekim 1975
12) Avrupa’lıların Ataları Türk’tür     Cengiz Özakıncı  İstanbul
13) Anadolu Arkeolojisi    Pr. Veli Sevin  İstanbul 2002
14) Büyük Türk Part Devleti Beg murat Gerey İstanbul 2009
15) İran Türklerinin Eski Tarihi Pr. Dr.Muhammed.Taki Zehtabi (Kireşçi)
16) Iraklılar Yazılımı                   Kazım Mişan Bursa 2007
17) Türklerin Kaybolan Ataları    Kazım Mişan  Bursa 2011 

BOĞA KÜLTÜRÜ/ÖKÜZÜN BOYNUZLARI -1

         BOĞA KÜLTÜRÜ / 
ÖKÜZÜN BOYNUZLARI -1
 Ekrem PEKER
            Yok, yok. O öküz değil bu. Hani Dünyamızı boynuzları arasında tutan, kafasını salladıkça depremlere sebep olan öküz değil bu. Bazen bir sözcük alıp götürür sizi, bazen de binlerce sayfalık bir araştırmaya bedeldir. Bir dostumla sohbet ediyordum, ailesi Batum’dan Özbekistan’a sürülmüş, orada yüksek görevlerde bulunmuş, sonra Özbekistan bağımsızlığını ilan ettikten sonra Rusya’ya gitmişler. Yaklaşık yüz yıllık bir sürgünden sonra aile Türkiye’ye dönebilmiş. Bir sohbetimizde bana “Özbekistan’da sembolik bir başlık parası var, kalın derler” diye söylemişti. Bu sözcük beni alıp köyüme götürdü.
            Köyümüzün esas kurucuları Yörüklerdi. Mevcut yerleşim yeri terkedilmiş,1600’lü yıllarda dört Yörük ailesi köye yerleşmiş. Osmanlı’nın çöküş yıllarında önce Kafkas kökenliler daha sonra da Balkan muhacirleri yerleştirilmiş. Köyümüzde yaşayan Yörükler başlık parası için “kalın” sözcüğünü kullanırlardı. “Yeni Türkçe”, Asya ve Balkanlarda yaşayan Türklerle Batı Anadolu Türkleri arasındaki bağı kopardı. Bu arada Türklerin büyük dağlara “Balkan” ismini verdiklerini de hatırlayalım.
            Sömürgeci kâşifler keşfettikleri yeni topraklara üstü damgalı bir taş dikerlerdi”.Bu toprakları “İspanya/Portekiz/Fransa/Britanya/Hollanda Kralı adına fethettim” derlerdi. Dikilen bu taşlarda kralın arması bulunurdu. Taşlar, sözler bir halkın, bir kültürün o topraklara dikilmiş simgeleri gibidir. Sömürgecilerin diktiği taşlar yıkılır ama kültürel izler emperyalistlerin çabalarına rağmen ayakta duruyor.
            Tarihi okurken, araştırırken bugünkü coğrafyayla, bugünkü iklimle değerlendiriyoruz. Son yüzyılda Rus tarihçilerin bir kısmı araştırmalarını iklim faktörünü gözeterek yapıyorlar. Örnek verelim; Mısır bir kaç kez Asur ve Pers, sonra Büyük İskender ve Roma ordularınca kolayca istila edildi. Demek ki Filistin ve Sina Yarımadası büyük orduların rahatlıkla gidip gelebileceği, yiyecek ve su bulabileceği bir ortama sahipti. Orta Asya’nın 7-8 bin yıl önceki coğrafyası çok farklıydı. Gobi ve Taklamakan çöllerinin olduğu bölgede Akdeniz’den büyük denizler vardı. Ayrıca Hazar Denizi, Aral Gölü bugünkünden daha büyüktü. Prototürk diye adlandırılan kavimler ( ve Moğol Kavimleri) bu denizlerin çevresinde yaşıyordu. Bu denizler bugünkü Kazan şehrine kadar uzanıyordu. Türklerin yaşadığı bölgeler bugünkü kuzey Çin ve Kore’den başlayıp Volga boylarına, Kafkasya ve Karadeniz’in kuzeyine, oradan bugünkü Transilvanya’ya kadar uzanıyordu. Tabii ki bu bölgede başka halklar da yaşıyordu. İklimsel değişiklikler sonucu Orta Asya’nın demografik yapısı da değişmiştir. İklim değişikliği doğal olarak ekonomik düzeni vurmuş, denizden uzaklaşan şehirler çökmüş, halk fasılalarla göçmek durumunda kalmıştır. Göçmenler gittikleri bölgelerde bugünlere ulaşan uygarlıklar kurmuşlardır.
            ANAU/MERV Bölgesini araştıran ve kazı yapan Arkeolog ve yazar Raphael Pumpelly (1837-1923) bölgede yaptığı kazılardan sonra 1908 yılında ABD’deki Chicago kentinde yayınladığı Anau’nun Gadimi OSUŞÜ adlı eserinde “Babil ve Mısır Medeniyetlerinden çok önceleri (Günümüzden 8000 yıl önce) bu bölgede büyük bir uygarlık kurulmuştur. Burada yaşayanların Asya yabani öküzlerini, at, domuz, koyun gibi hayvanları evcilleştirdiği anlaşılmıştır. Anau’da iplik eğriliyor, kumaş dokunuyor, tahıl üretiliyor, evlerde el değirmenleri kullanılıyor. Kilden nakışlı, resimli kap-kacaklar yapılıyordu. Ayrıca avcılık da yapılıyordu”.
            R.Pumpely eserinde aynı çağda Avrupa’daki kültürel benzerlik için “Anau’daki gelişme sürecinin sonucu ve ürünü olup; Anau’da yaşayanların atları ve develeri evcilleştirdikten sonra bu bölgenin dışına çıkmışlar diye değerlendirmeliyiz. Buna benzer üstünlüklerin sırasına; bakır ve kurşun üretme, dokuma sanatı, ev hayvanları besleme, çiftçilik ve muhtemelen kil kap-kacakları süsleme sanatı gibi yönlerden kazanılan bilgi ve deneyimleri de katmalıyız”.Bölge halkı yaklaşık M.Ö.4000 yıllarında iklim şartlarının değişmesiyle ayrılmak durumunda kalmışlardır. Tarım ve hayvancılıkla uğraşan bu toplum yaşadıkları bölgeden 500-600 mil uzaktaki ovalık bölgelere göç etmişlerdir. Eski Babil’de bulunan uzun boynuzlu öküz heykelleri biçim olarak Anua’da bulunmuş heykellerle benzeşmektedir”.
            Dr. Duyerst Babil’de bulunmuş uzun boynuzlu öküz heykellerinin biçimlerinin Anau’dakilerle aynı olduğunu belirtmiştir. Buradan yola çıkarak Babil’deki öküzlerin bölgedeki evcilleştirilmemiş yaban öküzleri olmayıp Anau’dan gelen öküzler olduğunu söyleyebiliriz. Bataklık, yaşanmaz, geçilmez bir haldeki Aşağı Mezopotamya’nın tarıma ve yerleşime açılması için; tarımı, kanal kazmasını, tuğla yapmasını, ev ve tapınak yapmasını bilen insanların bölgeye gelmiş olması gerekir.
            Bölgede bulunan çivi yazılı tabletlerde evcil ve yabani sığırlar için ayrı işaretler kullanılmaktadır. Önce yabani sığırlar için bir işaret kullanılmış, daha sonra göçmenler evcil sığırları getirince onun için de ayrı bir işaret kullanılmış. Sümer ve Elam’a özgü Ziggurat kültürü Babil’e ( yani Sami halklarına) geçmiştir. Elamların merkezi olan Şuş şehri yakınlarındaki Çoğazenbil şehrindeki Ziggurat tapınaklarının aynısı Babil’de yapılmıştır. Herodot, Babil Zigguratının mimarisini şöyle betimlemiştir.”Birbirinin üzerinde oluşan bu tapınağın katlarına çıkmak için yılan gibi kulenin çevresini saran merdivenleri kullanmaktalar. Bu kulenin en üst katında bir tapınak yerleşir”.Çoğazenbil’ deki zigguratın üstü örtülü merdivenleri belirli aralıklarla açık bırakılmış ve burada yolun iki kenarına çeşitli hayvan heykelleri ve bilhassa hörgüçlü öküz heykelleri konmuştur. Öküz boynuzlu heykel kültünü daha sonra Sümerlerde ve Mezopotamya’da görüyoruz. Bu bölgelerde bulunan eserlerin tarihlendirmesi yapılınca öküzün evcilleştirilmesinden önceki zamana ait olduğunu görüyoruz Demek ki bu kült bölgeye daha önce gelmiş. Göçmenler geldiğinde bölgenin boş olduğunu söylemiyorum. Göçmenlerin getirdiği ve yerel halklara benimsettiği kültürden bahsediyorum.
            Uzmanlar Sümerlerin nüfusunun az olduğu konusunda hemfikirler. Sümerler sayılarının az olmasına rağmen büyük bir medeniyet kurmuşlardır. Bölgenin ilk alfabesini/yazısını icat etmişlerdir. Kısa zamanda bölgeye yayılan bu yazıyı Fenikeliler geliştirmişler, Akdeniz havzasına yaymışlardır. Proto-Türklerin önceki yazıları hiyeroglif tipiydi. Birbirlerine rakip kent krallıklarının mücadelesi Sümerleri zayıflattı. Sümer şehirleri Sami kabilelerin çekim merkezi oldu. Sürekli artan Sami nüfus Sümerleri içinde eritti. Samiler, Sümerlerin yazı dillerini, kanunlarını benimseyip yaşattılar. Aynı kültür Girit adasında ve Mısır’da kutsal Apis kültürü olarak karşımıza çıkar. Bu kültür Mezopotamya’dan Anadolu’ya geçer. Prof.Dr. Veli Sevin “Anadolu Arkeolojisi”adlı eserinde şunları yazar (sayfa 86-88): “Erken Kalkolitik çağın sonlarına doğru  (3700-3500) yılları arasında Keban yöresindeki Korucu Tepe büyük olasılıkla bir göçebe tarafından tahrip edilmişti. Önceleri iyi bir biçimde iskân olunan yerleşme yerini yakıp yıkan bu insanlar tepeyi bir mezarlık alanı haline getirmişlerdi. Kerpiç bloklarla sınırlandırılan bu mezarlardan biri kuzeyin kurgan türü gömülerini andıran bir biçimde ahşap bir çatıyla kaplanmıştı. Gümüş, bakır ve demirden zengin mezar armağanları belki de göçebe kabile reislerinin güçlerini simgelemekteydi. Güneydoğu Anadolu’da 3400 yılları civarına tarihlenen Siverek yakınlarında Hassek Höyük’ün 5. tabakasında bulunan bir yapıda da değerli eşyalar bulunmuştur. Yapı Geç Uruk dönemine aittir. Yapıların bazılarının duvarları mozayik panolarla bezeliydi. Pişmiş topraktan çivilerin birinde sağa sola doğru yürüyen boğalar bulunur. Bu türde bir bezeme Anadolu’ya yabancı ve tümüyle Güney Mezopotamya’ya özgü bir anlayışın ürünüdür”.
            Alman Bilim Adamı Will Durant 1985 yılında Köln’de yayınladığı Kutergeshicder Mensehheit – İnsanlık Kültürlerinin Tarihi adlı eserinin birinci cildinin Uygarlık Beşikleri: Türkistan “ Anau” Aklı Şaşırtan Yollar bölümünde; M.Ö.4000 yılların Anau Uygarlığı ile Elam/Şuşa uygarlığı arasındaki ilişkiye dikkati çeker. Benzer kültür izlerinin hem Anau ile Mezopotamya, hem de Eski Mısır Sanatı ve el işlerinde görüldüğünü belirtir. Durant Avrupa ve Amerika’daki bugünkü kültürün kaynağının Turkistan olduğunu belirtir.
            Eldeki veriler M.Ö.4000 yıllarında Türkmenistan ve bütün Merkezi Asya’da aşırı sıcaklardan dolayı yaşamın zorlaşması ve Karakum Çölünün daha çok genişlemesi yüzünden bölge halkının göç ederek Afganistan, Hindistan, Mezopotamya ve Mısır gibi yaşamaya uygun bölgelerde dünyanın en eski medeniyetlerinin ortaya çıkmasında temel rol oynamışlardır. Sümer Kültürü için Anau Medeniyetinin devamı da denebilir.
            İranlı Tarihçiler Hasan Pirniya ve Meskur Muhammed Cevat Elam uygarlığının Güney ve Batı Türkmenistan uygarlığının birbiri ile ilişkili olduğunu, Sümerlerin Kuzeyden Basra körfezine ve Babil düzlüğüne geldiğini belirtirler.
            Anau uygarlığının son döneminde bölgede Altın Tepe Medeniyeti belirir. M.Ö. 4000 yıllarının sonunda büyük bir kent oluşturan bu halk geride süslü kap-kacaklar ve çok ustaca yapılmış mücevherler bırakmışlardır. Bölgede Ziggurat benzeri yapıların izleri Bulunmuştur. Yapılar arasında çok sayıda öküz heykeli bulunmuştur.
            Rus Arkeolojisinin Atası sayılan Nikolsky “Sümerlerin ana vatanı Aşkabat yakınlarındadır. Bu ülkenin kurganlarında bulunan eşyalar Sümer kurganlarında bulunanlara çok benzerler. Bütün Bunlar Sümerlerin büyük bir ihtimalle buradan Mezopotamya’ya geldiğini gösterir. Sümerlerin Baş Tanrıları olan En-lil’in yerleştiği yer Mezopotamya’nın güneyindeki düzlükler değil, dağlarda olmuştur. Belkide Köpet Dağı’nın etekleri onların anavatanı olmuştur” demiştir.
            Kısacası Türkmenistan’ın Anua bölgesinde doğan “Boğa” kültürü Kafkasya ve Mezopotamya üzerinden Anadolu’ya girmiştir. Atlas Tarih Dergisinde (Eylül 2011Sayısı) yayınlanan bir haber bunu teyit ediyor. Kütahya İlinin Seyit Ömer ilçesinde yapılan kazılarda 4 bin yıllık tarihi eserler bulunmuştur. Bu yerleşim yerlerinde Erken Tunç çağında hem Ana Tanrıça, hem de “ Boğa kültürü”nün beraber yaşadığı anlaşılmıştır.
            Tekrar başa dönersek Orta Asya’dan göç etmek zorunda kalanlar gittikleri bölgelerde medeniyet seviyesinin yükselmesini sağlamışlardır. Göç eden halklar kalabalık değildi ama yerel halkı yüzyıllar boyu yönetmişlerdir. Buna en iyi örnek Mısır’dır. Firavunlar devrinden sonra Deniz Halkları, Persler, İskender, Roma, Bizans, İslam istilası devirlerini yaşamış, Tolun Oğulları, İhşitler, Fatımiler, Eyyubiler, Memlukler, Osmanlılar gelip geçmiştir. Tarihte bazı halklar için eriten halklar diyebiliriz, örneğin Mısır gibi.
            Gerçi Kafkasyalı tarihçiler Etrüsk, Hitit, Hurri ve Sümerlerin Kafkas kökenli olduklarını iddia etmektedirler. Urartuların Hurice konuştukları bilinmektedir. Anadolu Halkları Hiyogrolif ve çivi yazılarını aynı anda kullanmıştır. Bu konular ve Prototürklerin yazıları ayrıca incelenmelidir.
KAYNAKÇA
1)   Sümer ve Sümerler                                    Harriet Crawford         Ankara 2010
2)   Hititler ve Hititler döneminde Anadolu        G.Macquan                 Ankara 2009
3)   Ninova                                                     H.Lazard                     İstanbul
4)   İsveççenin Türkçe ile benzerlikleri              Sven Lagerbrıng         İstanbul  2010
5)   İsveçlilerin Türk kökenleri üzerine              Abdullah Girgin            İstanbul   2011
6)   Uygarlığın kökeni Sümerler                        M.İlmiye Çığ                İstanbul   2008
7)   5 bin yıllık Sümer Türkmen bağları             Begmurad Garey          İstanbul
8)   Sümer ve Türk dillerinin tarihle ilgisi           Osman Nedim Turan    İstanbul
9)   Doğunun Prehistoryası                               V.Golden Chılde          Ankara 2010
10) Sümerlerde Tufan, Tufanda Türkler           M.İlmiye Çığ                İstanbul 2011
11) Hz. İbrahim’le Awubla ve KafkasyalılarB.Ömer Büyüka    İstanbul Ekim 1975
12) Avrupa’lıların Ataları Türk’tür        Cengiz Özakıncı           İstanbul
13) Anadolu Arkeolojisi                                  Pr. Veli Sevin  İstanbul 2002
14) Büyük Türk Part Devleti                            Begmurat Gerey           İstanbul 2009
15) İran Türklerinin Eski Tarihi                        Pr.Dr. Muhammed.Taki Zehtabi (Kireşçi)
16) Iraklılar Yazılımı                                        Kazım Mişan Bursa 2007
17) Türklerin Kaybolan Ataları                        Kazım Mişan  Bursa 2011 

KİRLİ OYUN, KALLEŞLİK VE HAİN TUZAK (I)
Mustafa Nevruz SINACI
            Tarih boyunca, düşman tarafından, alnından vurulmuş bir Türk görülmemiştir.
Türk’e düşmanlık edecek kadar alçak; Medeniyet, adalet ahlâkı, hakkaniyet, huzur ve hukuk yoksunu cani, gaflet, dalâlet ve hıyanetle malul sömürgeci zalimler, O’nu daima kalleşçe ve sırtından vurarak hançerlemişlerdir. Daha açık bir deyimle: Türk Milletinin düşmanları asla dürüst ve mert değil; “ekmeğini yiyip, kuyusunu kazan, tuzak kurup gözünü oyan cinsinden” olabildiğince kancık, din tüccarı, siyaset simsarı, imansız ve kalleştirler. 
            Bu nedenle atalarımız, “Sinsi, alçak- dessas ve kalleş dostlarımız olacağına, dürüst ve mert düşmanlarımız olsun daha evlâdır” diyerek; Asırlardır maruz kaldıkları gizli kalleşlik, dış güdümlü isyan, işbirlikçilik, iki yüzlülük ve menfur ihanetleri hayıfla dile getirmişlerdir. Dâhili ve harici bedhahlara dikkat çekmek için kullanılan “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” Ata Sözü de bunu en iyi ve en bariz şekilde kanıtlar mahiyettedir.
Dolayısıyla AtaTürk’ün: (tam ve orijinal haliyle) “Türk demek: Türk’çe konuşmak, Türk’çe düşünmek ve Türk’çe yaşamaktır. Ne mutlu Türk’üm diyene.” vecizesi, bu anlam ve bağlamda “daima akılda tutulması, icabına uyulması ve her ne pahasına olursa olsun mutlak surette gereğinin yapılması zorunlu” bir emir, emanet ve vasiyettir. Keza, bu vasiyete uymak ve kıskançlıkla uygulamak meşru bir hak; Karşı olan, karşı koyan ve bu umdeye gizli yahut açık muhalefetle hayat hakkı tanımak istemeyenlerle kıyasıya mücadele de “meşru müdafaa” dır.
Aksi takdirde Necip Türk Milleti ve ebed-müddet Türk Devleti’nin; Damarlarında kirli kan ve irin taşıyan güdümlü haymatlos, etki ajanı, dönme, devşirme, koza ve necis kriptolarca her daim melhus bir tuzağa düşülmesi mümkün ve mukadderdir. Bu nedenle her Türk ve “namuslu dürüst bütün Türk vatandaşları” daima müteyakkız ve uyanık olmak zorunda ve durumundadırlar.
ANADOLU ŞUURU VE KAHPELİK OYUNU..
Yarım asır önce başkaldırıp, günümüzde “hükümeti”, eşkıya ile istişare etmeye, anlaşma, uzlaşma masasına oturmaya mecbur edecek şantajlara başvuracak kadar şımaran, başıboş kalan, pervasızlaşan ve güdüldükleri AB domuzlarının pompaladıkları gazla iyice azgınlaşan ihanetin Anadolu halkı nicedir farkında. Vatan toprağının, devlet umuru, gücü ve servetinin özelleştirme dâhil, pek çok menfur pazarlık, derin gaflet, dalalet, kirli oyun ve hıyanetler sonucu ayağının altından kaydırılmakta olduğunu da bilmekte. Bıçağın kemiğe dayandığını da; Fırtınanın, adına utanmadan “ulusal medya” dedikleri paçavralar, inlek ve ilenmekler (radyo-tv) ile “kitle partisi” sahtekârlığı, üçkâğıtçılık ve nitelikli dolandırıcılık, yalan-talanla sürdürülen cunta-sulta tarafından ‘bir kaşık suda fırtına’ tarzı çıkartıldığının da pek alâ farkında. Anadolu ihanetten gafil değil.
Dahası, artık millet; Dünyanın en pahalı “fahiş” petrol ürünü (benzin vb) satışı, doğalgaz, elektrik, ekmek, su ve telekominikasyon üzerinden oynanan oyun ve haksız sağlanan çok yüksek rantları; Kısa sürede ‘yürü ya kul’ hitabına muhatap, cemaatin lûtfuna mazhar koyu partizanlığı; Ve esasta bu hovardalık, şımarıklık, haddini bilmezlik ve önü alınamayan yolsuzluklar yüzünden eşkıya ile “paylaşma” pazarlıklarına yanaşıldığını (hattâ oturulduğunu) da Anadolu insanı çok iyi biliyor. Bu elim felâketi; 27 Mayıs 1960’la başlayan “ikinci karşı devrim” (İsmet İnönü’nün bir vakitler vaat ve taahhüt ettiği söylenen İngiliz Milletler Topluluğuna biat) ve Amerika’ya teslim sürecinde Demirel, Türkeş, Ecevit, Erbakan, Çiller, Baykal, Yılmaz ve diğerlerinin hazırladığının farkında ve bilincinde. Gidin bakın, kulak misafiri olun, konuşturun dinleyin: Anadolu Kürt’leri; “Bizim kimseyle bir sorunumuz yok, halimizden memnunuz. Türk-Kürt kardeş, pkk Ermeni dölü, kahpe ve kalleştir. Hainler, zalimlar ve bölücüler bizi istismar ve rencide etmesin” diyorlar…    
BU DA ŞİMDİ BİLİNDİ!..
Tıpkı hayırsız ve uğursuz AB süreci gibi, yıllardır oynanan bu kirli oyun sahnesinde de; devlete karşı suçu sabit.; Kürt ve insanlık düşmanlığı ile Ermeni dönmesi Artin olduğu subut, seri cinayetlerle maruf, vatana ihanetten hükümlü, azılı bebek katili bir mahkûma, gidecek ve pazarlık edecek kadar oyuna gelen, aldanan, alçalan, (belki de terörle işbirliği halinde olan) bir zihniyetin karanlık yüzü, kirli ilişkileri ve gizemli geçmişi araştırıldığında, ortaya çok acı, hain ve menfur bir tablo çıkmaktadır. İşte enteresan bir örnek, üstelik şimdi onlar “ulusalcı” takılıyorlar!…
***
İHANETİN SECERESİ; DEŞİFRE VE KODLARI (II)
Mustafa Nevruz SINACI
Doğu Perinçek'in Sosyalist partisi ve 2000’e Doğru dergisi pkk'yı nasıl destekledi: (*)
            “Perinçek, Bekaa'ya iki kez gidip Apo'ya gül vermişti. Geçtiğimiz günlerde Perinçek'in BDP milletvekili Sırrı Sakık'la rakı içerken çekilmiş resmi de yayınladı. Resimle ilgili Sakık şu açıklamayı yaptı: "Evet biz Doğu bey ile sıkça bir araya gelirdik. Bizim arkadaşımız. Perinçek bizim partiye gelirdi, biz de onun partisine giderdik. Zaman zaman birlikte yemek yerdik…”
Sırrı Sakık devamla: “Görüş alışverişinde bulunurduk. Doğu Perinçek benim sevdiğim, beğendiğim bir siyasetçidir." Terör örgütü’nün yan kuruluşu DTK'nın hazırladığı "Demokratik Özerklik" taslağı Türkiye’de büyük tepki topladı. Türkiye'nin açıkça Türk ve Kürtleri federal yönetimine dönüştüren taslak pek çok Türk'ün "insaf, bölücülük bu kadar da mı azgınlaşır” demesine neden oldu. Ancak taslağı okuduğumuz zaman, biz Türksolu olarak pek şaşırmadık. Çünkü bu talepleri daha önce savunan birini biliyoruz: D. Perinçek. Evet, DTK'nın ve BDP'nin bugünlerde büyük tartışma yaratan "Demokratik Özerklik" taslağı, yıllar önce Doğu Perinçek tarafından dile getiriliyordu. Üstelik çok daha "ileri" taleplerle... Sene 1991. Türkiye'de bir genel seçim yapılıyor. Seçimde PKK'nın yasal partisi HEP ile ittifak kurmuş, mecliste grup kurmaya çalışıyor. Perinçek liderliğindeki Sosyalist Parti (SP) ise seçime katılan diğer 5 partiden biri.
            O yıllarda Perinçek'in çıkardığı derginin adı 2000'e Doğru. O dönem bölücülük bugünkü gibi serbest değildi. PKK'nın yasal propaganda olanakları son derece sınırlıydı. İşte 2000'e Doğru ve Sosyalist Parti, bu konularda PKK'nın ihtiyaçlarını karşılıyordu. Örneğin SP'nin düzenlediği mitingler PKK'lıların boy gösterdiği, sloganlarını attığı eylemlere dönüşüyordu. Nitekim, SP o dönemde güneydoğunun pek çok ilinde binlerce kişinin katılımıyla mitingler yapmış ama seçimlerde toplam 100.000 oy anca alabilmişti. Yani mitinglerine katılan insan sayısının 10'da birinden bile az oy alarak dünya siyaset tarihine geçmeyi başarmış biridir Perinçek!
            Bu garip durum bile SP mitinglerinin PKK destekli eylemler olduğunun göstergesi. PKK'lılar, SP'nin mitinglerine katıldı ama seçimlerde SHP-HEP ittifakına oy topladı. Böylece Perinçek "binde iki"lik kara yazgısından o seçimde de kurtulamadı. 2000'e Doğru ise o dönem Kürtçülüğün önde giden yayın organıydı. Derginin en önemli misyonu pek çok bölücü firkin ilk kez ortaya konduğu yayın organı olmasıydı. Örneğin, Türkiye'deki 47 etnik grubun haritaları ek olarak veriliyor, Kürtçü, Ermenici tezler manşetlerden savunuluyordu. Ayrıca hemen her sayıda PKK liderleriyle röportajlar yer alıyor, "PKK Ordulaşıyor" gibi kapaklarla PKK'nın güçlendiği propagandası yapılıyor, "Ordu orman yakıyor" gibi manşetlerle ise Türk Ordusu'nun PKK'ya karşı mücadele azmi baltalanmaya çalışılıyordu. Kısacası bugün Zaman'dan Taraf'a, Radikal'den Milliyet'e basınımızın yürüttüğü Ordu düşmanı, bölücülük yanlısı, PKK sempatizanı yayını o dönem tek başına 2000'e Doğru üstlenmişti.
            PERİNÇEK'İN ÖZERKLİK PROGRAMI:
            İşte o günlerde, yani Perinçek'in partisi SP'nin PKK'lılarla iç içe geçtiği, dergisi 2000'e Doğru'nun PKK propagandası yaptığı 1989-90-91 yıllarında, SP Kürt Sorununa Çözüm programı yayınlar. Tam ismi şöyledir: "Demokratik Federal Emekçi Cumhuriyeti." Perinçek’in programını burada ayrıntılı incelemesini yapmayacağız. (tam metin aşağıdadır) Görüleceği üzere programda Türkiye Türklerin ve Kürtlerin federal cumhuriyetine dönüştürülüyor. Bugün BDP'lilerin savunduğu o çok tepki toplayan dört temel madde Perinçek'in programında da mevcut.
1.Ayrı meclis, ayrı bayrak, ayrı milli marş; 2. Kürtçe resmi dil; 3. Yerleşim yerlerine Kürtçe isim; 4. Öz savunma gücü. Bakınız: BDP'nin fikir babası Perinçek, 20 yıl önce aynı şeyleri savunmuş...
PERİNÇEK'İN PROGRAMI BDP'NİNKİNDEN DAHA BÖLÜCÜ
Ancak Perinçek'in programında daha da bölücü maddeler var. Perinçek, "Kürt İlleri"  dediği şehirlerimizde bir referandum yapılmasını ve bağımsız bir "Kürdistan" isteyenlerin de bu referandumda özgürce propaganda yapabilmesini istiyor. Zaten programının ilk maddesine de Kürtlerin isterse ayrı bir devlet kurabileceğini yazmış. BDP'liler bile bu kadar ileri gitmedi!
Tabii, bu bir süreç meselesi, BDP'liler o günlerde, bugün savundukları "demokratik özerklik” programını da dile getiremiyorlardı.
GAFLET, DALÂLET VE HIYANET (III)
Mustafa Nevruz SINACI
Türksolu’nun yıllardır yaptığı uyarıların da ne kadar haklı olduğu bu şekilde ortaya çıkmıştır. Bölücülüğün tavizler vererek durdurulamayacağını defalarca kez söyledik. Ancak özellikle AKP iktidarı, taviz üstüne taviz verdi ve görüldüğü gibi BDP'liler artık açıkça özerklik isteyecek noktaya geldiler. Taviz vermeye devam edilirse bir adım daha atıp "referandum" isteyecekleri, Kürtlere ayrı devlet kurma hakkı tanınması gerektiğini söyleyecekleri ortada.
Zaten fikir babaları Perinçek de yıllar önce öyle buyurmuş...
PERİNÇEK: "ATATÜRK MİLLİYETÇİSİ DEĞİLİM"
İlginç olan bir başka nokta ise Perinçek'in bu program nedeniyle açılan kapatma davasında Anayasa Mahkemesinde verdiği savunma. BDP'lilerin bugün söylediklerine çok benziyor. Şöyle demiş Perinçek: "Biz bastırmanın karşısındayız. Açık söyleyeyim, bastırarak bu sorunların çözülmeyeceğini bir kere daha göreceğiz. Bastırarak bu sorunlar ertelenir. Beş sene ertelersiniz, 10 sene ertelersiniz, bakın erteleyememiştir. Dersim isyanı bastırıldı, 1925'te Şeyh Sait isyanı bastırıldı, Ağrı-Zilan isyanları bastırıldı, çözüldü mü? Biz de diyoruz ki, başka bir yoldan çözelim." Ve o dönemki Anayasa Mahkemesi Başkanı Yekta Güngör Özden’in “Türk milliyetçiliğine karşı mısınız?" sorusunu şöyle yanıtlıyor: "Türk milliyetçiliğine de karşıyız. Mecbur değilim Atatürk milliyetçisi olmaya... Partimiz milliyetçiliği bir ideoloji olarak benimsemiyor ve Türkiye'nin ihtiyaçlarına da uygun görmüyor... Atatürk milliyetçiliği bir kısmını dışlayacaktır." İşte Perinçek gerçeği. 20 yıl önce savunduklarıyla bugün BDP'nin yolunu aydınlatıyor! BDP’nin savunduğu özerkliği yıllar önce ilk Perinçek dile getirmişti:
PERİNÇEK'İN ÖZERKLİK PROGRAMI:
DEMOKRATİK FEDERAL EMEKÇİ CUMHURİYETİ
Perinçek'in dergisi 2000'e Doğru'da defalarca yayınlanan bu metin, Sosyalist Parti'nin de programında yer alıyordu. İlk olarak 1991 genel seçimleri öncesi, 15 Eylül 1991 tarihli 2000'e Doğru'da yayınlandı.
1- Kürt milleti, kendi kaderini tayin hakkına kayıtsız şartsız sahiptir. Eğer isterse ayrı bir devlet kurabilir. Emekçilerin çıkarı, tam hak eşitliği ve özgürlük temelinde, gönüllü birliği gerçekleştirmededir. Ayrılma hakkı gönüllü birliğin her zaman vazgeçilmez koşuludur.
2- Birlikte veya ayrı yaşamak milletlerin özgür iradelerine bağlıdır. Bu özgür iradenin ortaya konabilmesi için, Kürt illerinde referandum yapılmalıdır. Referandumda ayrılmayı savunanlar da özgürce propaganda yapabilmelidir.
3- Bugünkü tarihsel koşullarda, iki milletin emekçilerinin yararına olan çözüm, iki federe devletin eşit olarak katıldığı, demokratik federal bir cumhuriyettir. Bu federasyonda iktidar köylerden ve mahallelerden başlayarak, ilçelerde, illerde federe ve federal düzeyde demokratik seçimlerle belirlenen halk meclisleri aracılığıyla kullanılır. İlçe ve il yönetimleriyle, federal hükümetler, bu meclislerin yürütme organlarıdır meclislere karşı sorumludurlar.
4- Federal Halk Meclisi iki meclisten oluşur; Temsilciler Meclisi ve Milletler Meclisi.
Temsilciler Meclisi, belli sayıda yurttaşa bir milletvekili olmak üzere bütün yurt çapında yapılan seçimlerle belirlenir. Milletler Meclisi, her federe devletten eşit sayıda seçilmiş üyenin katılımıyla oluşur. Yasalar her iki mecliste çoğunluk oylarıyla kabul edilir. Meclislerden birinin reddettiği yasa yürürlüğe girmez. Çalışma Yasası, Ceza Yasası, Medeni Yasa, Yargı Usülleri yasaları bütün ülkede yürürlüktedir, federal organlarca kabul edilir.
            5- Her federe devlette azınlıkların çoğunlukta olduğu ilçe ve illerde halk isterse bölgesel özerklik uygulanır.
            6- Federal Anayasa, iki milletin ortak anayasasıdır. Her iki milletin ayrı ayrı çoğunluğu tarafından referandumla kabul edilerek yürürlüğe girer. Federe devletlerin arıca kendi anayasaları vardır. Federal Anayasa, federe cumhuriyetler tarafından benimsendiği ölçüde giderek artan unsurları kapsar.


GAFLET, DALALET VE HIYANET (IV)
Mustafa Nevruz SINACI
7- Federal Cumhuriyet’in bayrağı ve marşı, Türklerin ve Kürtlerin ortak bayrakları ve marşlarıdır. Ayrıca her federe devletin kendi bayrağı ve marşı vardır. Federasyonun ismi tek bir millete dayandırılmaz.
            8- Yurt savunması, savaş ve barış sorunları, uluslararası ilişkilerde temsil, anlaşmaları yapmak, federal organların yetkisindedir.
            9- Her federe devlet, yabancı devletlerle ticari ve kültürel alanlarda doğrudan ilişkiler kurabilir, konsolosluklar açabilir.
            10- Her yönetim kademesinde iktidar, bütünüyle halk meclislerinde ve bu meclislere karşı sorumlu olan yerel yönetimlerdedir. Bu yönetim sistemi dışında, merkezi idarenin atadığı valilikler, kaymakamlıklar, emniyet ve jandarma örgütü kaldırılır. Bu demokratik yönetim sistemi, aynı zamanda milli eşitlik ve özgürlüğü de güvence altına alır. Yerel güvenlik örgütleri, yerel meclislere sorumlu olan yerel yönetimlerin emrindedir. Köy güvenlik örgütleri, yerel meclislere sorumlu olan yerel yönetimlerin emrindedir. Köy güvenlik örgütleri, köy gençlerinden oluşur ve köy kurullarının emrindedir.
            11- Ulusal ve toplumsal gelişme yanında kardeşliğin de önünde engel oluşturan toprak ağalığı, aşiret reisliği ve her türlü ortaçağ ilişkisi köylülerin seferber edilmesine dayanan ve köylü komitelerinin önderlik ettiği bir toprak reformuyla kaldırılır. Federal cumhuriyet, piyasa ekonomisinin derinleştirdiği bölgeler arası eşitsizlikleri ortadan kaldırmak için, ekonomik bakımdan geri bölgelerin yatırım paylarını artırır. Böylece birliğin ekonomik temelini geliştirir ve pekiştirir. Ekonomide tek bir federal istatistik sistemi uygulanır.
            12- Her milletin, milli ve dini azınlıkların, dillerini ve kültürlerini geliştirme, siyasal çalışma ve örgütlenme hakları ve özgürlükleri güvence altındadır.
            13- Resmi dil Türkçe ve Kürtçedir. Her federe cumhuriyette kendi dili esastır. Federal organların kararları iki dilde yazılır. İlkokuldan üniversiteye kadar ve bütün kültür kurumlarında, her 2 dilde eğitim-araştırma, basın-yayın, radyo-televizyon vb. iletişim olanakları gerçekleştirilir.
            14- Kürtlerin demokratik kültürü, bugüne kadar uygulanan baskılara son verilmesi sayesinde özgürce serpilme olanaklarına kavuşur. İktidar organları, diğer ülkelerde bulunan Türk ve Kürtlerle demokratik kültür alışverişinin özgürce gelişmesi ve bütün dünya halklarıyla ortak enternasyonal bir kültürün renkli ve çoğulcu bir ortamda boy atması için çalışır.
            15- Bütün iktidar organları, toplum hayatında ve milletler arasında sorunları zor kullanarak çözen ve şiddeti kutsayan eski kültürün bütün temelleriyle tasfiyesi ve halk içinde barışçı, insana saygılı ve şiddeti hor gören enternasyonalist bir emekçi kültürünün yayılması için çalışır. Yaşadığımız toprağın tarihini Malazgirt savaşıyla başlatan bağnaz milliyetçi kültüre ve her türden milliyetçiliğe karşı, ülkemizin tarihsel derinliklerinden bu yana çeşitli kavimlerin katkılarıyla zenginleşmiş kültür kaynaklarımızı arayan, koruyan, bu kaynaklardan beslenen, demokratik insan sever, evrensel ve enternasyonalist bir kültür geliştirilir. Ülkemizin evrensel kültür zenginliğini yansıtan yer isimlerinin değiştirilmesine son verilir, her yer bilinen ve yerleşmiş ismiyle anılır. (*)
(*) Perinçek’in dergisi 2000’e Doğru’da defalarca yayınlanan bu metin, Sosyalist Parti’nin de programında yer almakta idi. İlk olarak 1991 genel seçimleri öncesi, 15 Eylül 1991 tarihli 2000’e Doğru’da yayınlandı.
Yararlanılan kaynaklar:
1.Türk Solu Dergisi Sayı: 306, Tarih: 27.12.2010,
2. Özgür Erdem, Bdp'nin Özerklik Programının Fikir Babası Perinçek
3. 2000’e Doğru Dergisi - 15 Eylül 1991
4. Sosyalist Parti Programı (Doğu Perinçek, 1991)